7 Şubat 2009 Cumartesi
"SEÇMECİLİK"
Felsefenin bir kavramı olarak “seçmecilik”; çeşitli düşünce sistemlerinden beğendiğini, en iyi olduğuna inandığı tezleri alarak, bunları uzlaşabildikleri nispette uzlaştırarak yeni bir sistem kurma gayretine verilen isim. Çeşitli düşünce akımlarının İslam içinde eritilmesi biçiminde ortaya çıkan seçmecilik göründüğü kadarıyla İslam’ın düşünce hayatında ve günlük hayatta “mutlak hakimiyetine” bir engel, bir ayak bağı olabilecek özellikleri bünyesinde taşımaktadır. Çünkü seçmecilik Mü’minlerin başka düşünce sistemlerinin meseleyi ele alış tarzları içinde dahi mümkün kalabilmeleri gibi garip bir durum ortaya çıkarmakta, bunun yanı sıra İslam düşüncesi içinde İslam dışı bazı kıstasların sağlam kabul edilebilmelerini kolaylaştırmaktadır. İslam ile herhangi bir düşünce sisteminin teması kaçınılmaz bir seçmeciliğe mi götürür? Elbette, hayır. Dikkat edilecek nokta İslam düşünürünün başka sistemler karşısında “aşağılık duygusuna” kapılıp kapılmayışıdır. İbn Rüşd örneği oldukça manidardır. Aslında fakih ve İslam çevresindeki ilimlerin üstadı olan İbn Rüşd, felsefe alanındaki bilgisizliğinden doğan bir telaşa, belki de utanca kapılmıştır. Kendi durumuna duyduğu tepkiyle felsefenin aşırı bir savunucusu olmaya koyulmuş ve Aristo’yu bir Müslüman düşünce adamına yakışmayacak ölçüde gözünde büyütmüştür. Çağımızda da batı medeniyetinin rönesans’la birlikte birden hız kazanan felsefi eğilimi iktisadi, teknik ve siyasi gücün yedeğinde öyle bir hakimiyete sahip oldu ki birçok Müslüman yazar batı düşüncesinin nüfuz ve itibarından faydalanmayı bir ihtiyaç olarak hisseti. Bu ihtiyacın uzantısı olarak çeşit çeşit seçmecilikle karşılaştık. Bugüne kadar ortaya çıkan ve belki bundan sonra da rastlayacağımız seçmeci ve telifçi tutumların sahipleri bize öyle geliyor ki, “İslam düsturlarının mutlak hakimiyetine” karşı güvensizlik duygularını içinde barındıran düşünür ve yazarlardır. Çıkış yolunu İslam ile bir başka düşünce sisteminin uzlaşmasında görmenin sebebi herhalde budur. Seçmecinin aşağılık duygusu “İslam’ın kapsayıcı vasfını” anlayamamaktan doğar. Kapsayıcılık anlaşılmayınca da düşünce adamının kendi aklına güveni ön plana çıkıyor. Bu güven içinde öteki düşünce sistemlerinin “akla uygun yönlerini” İslam’a yamamak ve böylece güya onu daha kabule şayan hale getirmek endişesi doğuyor. Şimdilik belirtmeyi gerekli gördüğümüz, günümüz şartları içinde seçmeciliği bir yana bırakmanın ve hatta onunla hesaplaşmaya girişmenin mecburiyetidir. Bir düşünce adamı İslam’ın dünya görüşünü “tam ve aslına uygun” bir tarzda kavrayabilirse onun diğer bütün hususlarda İslam’a bağlılığı artacaktır. Çünkü toplumun yalnızca “İslam düsturlarıyla” düzenlenebileceği konusundaki kesin inanç herkesi uydurma çarelerden uzak tutacaktır. Seçmecilik üzerinde dikkatle durmak gerek. Bu konu göründüğünden de önemli sonuçları beraberinde sürüklüyor çünkü. Seçmeciliğin düşünce planında ne kadar saptırıcı bir rol oynadığını kabul etmek zorundayız. Günlük hayata yansıyan şekliyle de seçmecilik Müslümanca bir hayat özleminin “ölümüne açılan bir kapı” görünümündedir. İslami olmayan bir yaşam biçimiyle İslam prensiplerini uzlaştırma gayreti, bana kalırsa “iman zaafının” bir bahanesi bile olabilir. Şöyle ki, inanç seçmecinin indinde vazgeçemediği bir duygu olarak kalır ama “hal ve şartların hakimiyetini” ruhunda ezici bir biçimde duyar. Bilhassa batı medeniyetinin İslam ülkelerine baskıda bulunduğu dönemlerde yaygınlık kazanan ve hala kurtulamadığımız bir hastalık kemirmektedir zihinlerimizi: Batı’nın maddi, yani teknik gücü karşısında yılgınlık. Bu yılgınlık çıkış yolu arayan birçok düşünce adamına şöyle bir çözümü ilham etmiştir: Çağın (yani batı’nın) maddi gücünün esası olan teknolojiyi benimseyelim ama onun ahlaki ve fikri değerlerini kendimizden uzak tutalım. Bu konuda Japonya örneği de dillere pelesenk edilmiştir. İlk bakışta son derece yerinde bir çözüm yolu gibi görünen ve birçok insanın samimiyetle gerçekleşeceğine bel bağladıkları bu yaklaşım aslında meseleyi hiç anlamamaktan doğan bir ifadedir. Seçmeciliği günlük hayatımıza hakim kılmaktan başka bir işe yaramayan ve aslında bizi bugün yaşadığımız rezilane durumun pek uzağına götürmeyecek bir çözüm. İslam değerlerinin çağımız bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Çünkü günümüze hakim olan bilim ve teknik, batı’da belli bir dönemde belirmiş bir kafa yapısının uzantısıdır, belli bir toplumsal yapının sinesinde gelişmiş, vasıfları İslam’a taban tabana zıt bir sınıf eliyle gücünü dünya ölçüsünde yaymıştır. Bilimin ilerlemesi bilime has özelliklerden değil, o bilim görüşünden en çok faydalanan insanlar yüzündendir. Bu yüzdendir ki bugünkü hayatı biçimlendiren teknik teçhizat değil, o teknik teçhizatın ortaya çıkmasına ve bazı insanların kar ve kuvvet sağlamasına yol açan müesseselerdir. İmdi, Müslümanlar hem o müesseseleri reddedip hem de o müesseselerin ürünü olan teknik ve bilimsel yapıyı nasıl kendi hayatlarına adapte edeceklerdir? Açıkça ve şuurla kavramamız gereken nokta “batı’nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniğiyle” bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir. Yani ne yapalım, diyecektir bazıları, adam atom reaktörleriyle dev bir endüstriyi harekete geçirmişken, bunca uydu ile dünyanın çevresini saracak bir teknoloji geliştirmişken biz savunmasız, güçsüz maddi teçhizatı batı’nınkinden geri bir “İslam Devleti’ni” nasıl ayakta tutabiliriz? Bu tekniği onlardan almayalım mı? Her şeyden önce şunu kafamızda iyi tutalım ki bir İslam Devleti’nin söz konusu edilebilmesi için Müslümanların birçok önemli imtihanı başarıyla vermiş olmaları gerekir. Bu imtihanlarda başarılı olmak da teknolojik üstünlüğü gerektirmeyecektir. Müslümanların tek tek ve topluca kendi kalitelerini yani “İslam’a has kalitelerini” geliştirmiş olmaları gerekecektir. Bütün bu çabaların sonunda varılacak “İslam Devleti” veya herhangi bir “İslami toplum yapısı” kolaylıkla kendi hayat tarzına uygun maddi kuvveti üretecektir. Bu kuvvet batı’nınkine benzer bir teknik gelişim sonucunda elde edilmeyecektir. Ama hiç şüphesiz ki batı’nın silahlarını tesirsiz kılacak özelliklere sahip olacaktır. Daha açıkçası Müslümanca bir hayat tarzının uzantısı olan teknolojik bir teçhizat sahibi olunacaktır. “İslami mücadele peşin bir uzlaşmanın uzantısı olarak yürütülmemelidir.” Batı’nın bilimsel kapasitesinin üstünlüğünü kabul ederek girişilecek savaş bizi nereye kadar götürebilir? Hem sonra “senin tekniğin üstün ve iyi, benimse inancım üstün ve iyi” diyebilecek kadar saçmalamamız mümkün mü? Esas meselemiz “her yönüyle Müslümanca bir hayatı” göze alıp sonuna kadar götürebilecek “inanç kuvvetini” elde bulundurmamızdır. ( Üç Mesele'den – İsmet ÖZEL )