23 Ocak 2008 Çarşamba

HİSSELİ UYDULAŞMA CÜRÜMÜ KUMPANYASI!

Dolmuş Türkiye’de icat edildi. Bu yüzden niçin dolmuşa bindirilmeye, dolduruşa getirilmeye, dünyanın başka yerindeki insanların değil de bilhassa Türkiye’de yaşayan insanların müsait olduklarına hayret etmiyoruz. Etmeyelim. Dolmuşa bindirmeyi bilenlerin dolmuşa binmeyi bilecekleri gayet tabiî. Bir toplumun en zayıf yeri neresiyse, orası aynı zamanda o toplumun en kuvvetli yeridir. Şöyle söylemek de mümkün: Bir toplum hangi niteliklerinden dolayı acze düşüyorsa aynı nitelikler o topluma galibiyet sağlayan gücün de kaynağıdır. Türkiye hayatına efsaneleriyle şekil veren bir toplumu içinde barındırıyor. İlk bakışta belki tuhaf görünüyor; ama doğrusu şu ki biz, gerçeğin gerçekliğini ancak efsaneleştiği zaman algılayabilen bir toplumuz. Son üç asır boyunca paçamızı, mahvedici efsanelere kaptırdığımız için güle oynaya kendi mahvoluşumuza giden yolda ilerlediğimiz, üstelik hayli mesafe de kat ettiğimiz vâki. Beri yandan, ülke olarak, ülkenin insanları olarak ihyâ olduğumuz dönemler olduysa bu dönemler ihyâ edici efsanelerin hayatımızı yönlendirdiği dönemlerdir. Efsaneler bizi besleyip gürbüzleştirebildiği gibi bizim zehirlenip tahtalı köyü boylamamıza da sebep olabilir. İçinde yaşadığı toplumun niteliklerini keşfetmeyi dert edinmiş bir kişi olarak benim efsanelerle aram hiç hoş değildir. Efsanelerin bulutsu ortamı benim huzurumu bozar. Sevmem ben efsaneleri. Hayal ürünü şeyler eğlendirmez beni; bilakis canımı sıkar. Mest olmak işime gelmez. Ayık gezmeyi severim. Türkiye’de yaşayan insanların, çoğu zaman üstü örtülü bir biçimde onayladıkları efsaneleşmeleri de efsaneleştirmeleri de bir gerilik belirtisi kabul ederim. İyileşmenin işaretini arıyorsam gerek mecazî, gerekse gerçek (trafikteki) anlamıyla “dolmuşların” bulunmadığı bir Türkiye arıyorum. O halde ben Türkiye’de yaşayan toplumun içinde ayrıksı biri miyim? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü bir toplumun bünyesinin hangi baskın ve başat nitelikleri taşıdığı ancak o toplumda söz konusu niteliklerle uyuşmazlık halindeki insanların varlığıyla anlaşılabilir. Anlaşılması uğruna çaba harcadığımız bir insan toplumudur, bir hayvan sürüsü değil. Hayır, çünkü “toplum” denildiği zaman bir insan topluluğunda o topluluğun baskın ve başat niteliklere yaslanarak yaşayanlar ile hayatını ancak o niteliklerle savaşarak devam ettirebilen insanların meydana getirdiği bütünü anlarız. Türkiye’de efsane güdümlüler ve efsane kundakçıları birbirlerini tamamlar. Biri diğerinin mütemmim(tamamlayıcı) cüzüdür. Damarlarına şırınga edilmiş efsanelerin etkisiyle mest halde kalanlar soruyor: Kurulu düzenin işleyişine halel getirilmeksizin Türkiye’de iyileşmeye doğru hiç mi adım atılamaz? Hiç olmazsa ekonomi düzeltilemez, düzene sokulamaz mı? Bir taraftan borsa mı, döviz mi, repo mu, dış ticaret mi bilmecesinin hücrelerinde gezinirken, diğer taraftan hayal âleminden nefret eden benim gibilerden müjdeli bir haber bekliyorlar. Onlara bekledikleri müjdeyi ben vermeyeceğim. Benim vereceğim haber “müreffeh bir dünya hayatına ancak bir bedel ödemek suretiyle ulaşılabileceğine” dairdir. Ahlâkî şartları gereği, hiçbir bedel ödemeksizin toplumda iyileşme sağlanacağı beklentisiyle Türkiye’de yaşayanlar ayık bir kafaya sahip olma fırsatından mahrum bırakılmış olanlardır. İşlerini sarhoş kafayla hal yoluna sokmaya çalışıyorlar çünkü ekonomideki çok arzuladıkları düzelmenin dayanaklarına aydınlık getirilsin diye bir dertleri yok. Bütün mahalle sakinleri sokak lâmbasından fayda görürler; ama zilzurna sarhoş birinin sokak lâmbasından temin ettiği fayda herkesinkinden başkadır. Türkiye efsanelerle sarhoş olanların ülkesidir. Ne var ki sarhoş olmak kimseyi cezaî takibata uğramaktan alıkoymaz. Efsanedeki en iri kıyım kesim hayat standardındaki yükselmenin düzelme veya iyileşme gibi sunulmasından doğmuştur. İştiyakla beklenen müjdenin içeriğini Türkiye’nin her gün biraz daha uydulaşmasına mukabil tüketim imkânlarını her gün biraz daha artırması oluşturuyor. “Sıska kurt makamını besili köpeğinkiyle değiştirmek istiyor.” Yoksa bu becayiş çoktan olup bitti mi? 1960’lı yıllarda Türkiye’nin 20 yıl sonra (yani 1980’lerde) gelişmişlik bakımından İtalya’nın o zamanki seviyesine ulaşacağı söylenirdi. Kim söylerdi bunu? Sokaktaki adam mı? Hayır. Türkiye’nin akıbeti üzerine yorumda bulunanlar, elbette Türkiye’nin karar mekanizmalarında yeri bulunanlardı. Yani Cumhuriyet Türkiye’sinin baş tacı ettiği ideologi aradaki mesafeyi korumak kaydıyla Avrupa’yı takip etmeyi peşinen kabullenmenin ideologisiydi. Bu ideologi dolayısıyla Türkler üzerine baskı kurulmuş olması nazarî olarak cezaî takibatı gerektiriyor. Nazarî olarak, yani Türk’ün seciyesi itibariyle… Amelî olarak ise yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Bu karambol içinde efsanevî olan “muasır medeniyet seviyesine çıkmak”, giderek o seviyenin de üzerine çıkmaktır. Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “Vatan Müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu. Kimileri soracak: Ne zararı var? Mükemmelen uydulaşmak medeniyetin ziyafet sofrasına oturmayı sağlamayacak mı? Sağlaması elbette mümkün. Sefillerin mahkûm edildikleri mahrumiyetler dünyasından kurtulmanın bir yolu da “fahişelikten” geçiyor. Türkiye’nin düştüğü durumdan hisseli uydulaşma cürümü kumpanyası sorumludur. Hayatımızı efsanelerin idaresine bırakmakta ısrar edeceksek bu kumpanyanın hissedarlarının tarih önünde hesap vereceklerini söyler ve rahatlarız. Çıkar yolu hayatımızı efsanelerden arındırmakta arıyorsak kuşaklar boyu hükmünü yürüten bu suç örgütünü siygaya çekmeye, cezaî takibata uğratmaya ve nihayet cezalandırmaya hazırlanmalıyız. Bunlar yapılabilir mi? Türkiye’ye zarar verenler cezaya çarptırılabilir mi? Diyelim ki mümkündür, onlara ceza vermek Türkiye’ye ne kazandıracak? Bu sorulara cevap teşkil etmek üzere meselenin bir “Şahsiyet İnşa Etme” meselesi olduğunu ve milletleşmenin, inşasını tamamlamış şahsiyetler eliyle gerçekleşebileceğini zikretmemiz gerekiyor. Prens Mençikof’un elçiliği sırasında İstanbul’daki Büyük Britanya Sefareti müstakbel bir anlaşmayla Osmanlılara ağır şartlar dayatmaya hazırlanan Rus Çarlığı’nın İstanbul sefaretinde neler olup bittiğini bilmek, bunu Türklerin sivil polis teşkilâtını kullanarak sağlamak istedi. Oysa Türklerin sivil polis teşkilâtı yoktu. O güne kadar gelen tarih boyunca hiçbir Türk; “Başkasının ayıbını gizlice öğrenmek ve öğrendiğini o kişinin düşmanlarına satarak menfaat temin etmek” şerefsizliğine bulaşmış değildi. İngilizlerin Ruslar nezdinde teklif ettiği sivil polisliğe hiçbir Müslüman rağbet etmedi. Her Müslüman, yani her Türk gerekçesi ne olursa olsun yapılacak bu işin alçakça bir iş olduğunu, karakterlerine uymadığını Frenklerin yüzüne Kur’an-ı Kerîm’den de delil getirerek açıkça söyledi. Sonunda Britanyalılar bu iş için adı R ile başlayan bir Grek ayarlayabildiler. Türklerin ahlâken dik duruşu II. Abdülhamid’e verilen jurnaller göz önüne alınacak olursa diyebiliriz ki kısa zamanda, kolaylıkla zıddına inkılap etmiştir. Bu durumda aklımıza takılıyor: Biz Türkler yüksek ahlâkın mı yoksa soysuzluğun, yozluğun mu timsaliyiz? Nazarî olarak cevap verilemeyecek bir sorudur bu. Namussuzların namusluları yargılayabildiği bir ortam Türklerin ortamıysa Türkler yoz ve soysuz bir insan topluluğudur. Namuslular namussuzları yargılama gücünü elde bulunduruyorsa yüksek ahlâk bakımından hiç kimse Türklerin üzerine çıkamaz. Efsaneler yedeğinde ömür tüketerek yüksek ahlâk sahibi olunmaz. Sarhoş kafayla yargıya varmanın hakkaniyete uygun hiçbir yanı kalmamıştır. Ayık bir zihin uydulaşma cürümünden arınmamızın ilk şartıdır. Eğer uydulaşma cürümü kumpanyasında bir hissemiz var idiyse, onu imha edelim. Görüyorum ki bu hissedarlar ellerindeki senetleri imha etmek yerine uygun bir fiyattan bir başkasına okutmaya çabalamaktadır. Türkiye bugün düştüğü kötü duruma bir anda düşmedi. Hiç kimse dalâlete birdenbire sapıvermez. Eğer kötü durumu beş yıla yakın zamandır hâlâ atlatılamayan ekonomik kriz olarak algılamışsak bilelim ki başımıza gelen “Vatan müdafaasında” ısrar etmek yerine “bal tutan parmağını yalar” politikasıyla yürürlüğe sokulan uydulaşmaktan medet umulan uzun bir sürecin hasılasıydı. Hiç kimse dalâlete birdenbire sapıvermez; ama herkes birdenbire hidayete erebilir. Türkiye için bu aniden “Vatan müdafaası” kararını almak demektir. Vatanı ancak birbirleriyle aynı milletten oldukları hususunda şek ve şüphe taşımayan insanlar müdafaa edebilir; ilk darbede çil yavrusu gibi dağılacak soysuzlar değil. Önce Türkiye’de yapılabileceği halde yapılmamış ne var, onu fark edelim. Sonra yapıldığı halde yapılmaması gereken şeylerin neler olduğunu tespit edelim. Yapılabileceği yapmayan, yapılmayacağı yapan göz önüne çıktığında onun hesabını görmek çok kolay. Kol çoktan beri kırılmış ve yen içinde kalmıştır. El sıkışma sırasında devreye giren kol protezidir.
(Gerçek Hayat, 17 Ocak 2003 tarihli Cuma Mektubu - İsmet ÖZEL)

8 Ocak 2008 Salı

Suya Sabuna Dokunmamak!


Türkçe deyimler arasında yer alan “suya sabuna dokunmamak” bir yandan insanın bulaşmaz kalması tavsiyesini akla getiriyor; ama öte yandan pis kalmayı, pisliği olduğu gibi bırakmayı, dünyanın kiriyle baş etme çabasından uzak durmayı öneriyor.

Öyle ya, suya sabuna dokunursak ya kendimizi, ya kendimize ait bir şeyi temizleyip arıtma veya kendimizin dışında olsa bile elimizin ulaşabileceği bir şeyin temizlenmesine emek harcama sürecini başlatmış olacağız. Buna karar verdik diyelim. Madem suya sabuna dokunmamak dünyadaki kirli işlerin devamını kolaylaştırıyor ve bizim gönlümüz de bu edilgin(pasif) konumun doğurduğu suçu yüklenmeye razı değil; o halde suya da sabuna da dokunacağız. Acaba su ve sabun onlardan beklediğimiz sonucun elde edilmesine kâfi gelecek mi?
Yoksa suya sabuna dokunur dokunmaz temizleme ve temizlenme fırsatını büsbütün kaçıracak mıyız?

Dünyada pis işler dönüyor. Eğer gemisini kurtaran kaptan düşüncesiyle hareket etmeye kalkışır ve oynanan oyundaki sayı yapan elemanlardan biri olmaya çabalarsak bizim de bu pis işler içine dalmaktan başka bir çaremiz olmadığını göreceğiz. Yok eğer, sayıyı kim yaparsa yapsın, dünyada dönen kirli işlere bir yenisini biz kendi elimizle ilâve etmeyelim demişsek, işte o zaman suya sabuna dokunmadan hayatımızı idame ettirmenin bir yolunu aramayı seçmiş olacağız. Diyelim ki seçtiğimiz bu tutum bizi cinayet işlemekten alıkoydu.
Yine de bizim cinayete seyirci kaldığımız gerçek değil mi? Dünyada pis işler döndüğünü bilmeseydik kimsenin tavuğuna kışt demeden yaşıyor olmanın gönül ferahlığını duyabilirdik. Halbuki bizim kışt demediğimiz o tombul tavuk yetimin hakkı olan daneleri bizim duyarsızlığımızdan, bizim aldırışsızlığımızdan, bizim yumuşak başlılığımızdan ötürü gövdeye indiriyor.

Ne yapalım? İki pislikten biri içinde bulunmak açmazına mı düştük? Dünya hayatı içinde önemli bir yer sahibi olmak istiyorsak bunu kendi elimizden bazı pislikler sâdır olmadıkça yapamayacağız. Çünkü bize koşulan ve bizim de kabullendiğimiz şartlar öyledir ki dinsizin hakkından ancak imânsız gelebiliyor. İmânımızı feda etmeye yanaşmadığımız için dinsizin egemenlik alanını günden güne genişletmesi karşısında sesimizi çıkarmıyoruz.
Yani elimizi pisliğe bulaştırmadan yaşamanın yolu çirkefin olduğu yerde kalmasına ve gelişmesine rıza göstermekten geçiyor.

Demek ki mesele bize koşulan şartlarda ve bizim onları kabul edişimizde; daha doğrusu bize şart koşulmasına fırsat verecek bir hayattan başkasını bilmeyişimizdedir. Hakikat şu ki açmaz sadece “Ahiret” yurdunun hayrına bigâne(ilgisiz) kalanlar içindir.
Dinsizin hakkından gelmek diye başlı başına bir işlev icat edenler onlardır ve onlar dinsizin hakkından gelinse de gelinmese de imân edenlerin birbirleri için değer ve önem sahibi olduğunu bilmezler.

(Gerçek Hayat, 14 Şubat 2003 tarihli Cuma Mektubu- İsmet Özel)