26 Haziran 2008 Perşembe

"KIYAMET YAKINDIR DİYE Mİ TÖVBE ETMELİ?"

Kıyamet yakındır diye mi tövbe etmeli? Evet, hiç şüphesiz ki evet. Kıyamet yakın hem de çok yakındır. Nereden mi biliyorum? Okuduğum, bildiğim kadarıyla Rasulallah (s.a.v.) kıyametin kendi sağlığında kopmasından endişeleniyordu. Resul-i Ekrem ufukta kara bir bulutun belirmesinden tedirgin olur, o bulutun sonradan yağmur indirişi sebebiyle büyük bir ferahlık duyar idi. Onun bu titizliği boşuna ve yersiz sayılabilir mi? Değilse bizim umursamazlığımıza hangi anlamı vermeli? Bizimkisine en azından “gaflet” adı verilebilir; ama korkarım durumumuz biraz daha ağır. Ağır, çünkü kimileri gözlerimizin içine baka baka şunu söylüyor. “Görüyorsunuz, kıyamet kopmadı, bu gidişle kopacağı da yok; ne yapacaksan yapacağını ona göre yap”. Birisi bize karşı bunu telaffuz ettiyse veya lisan-ı hal ile (hal diliyle) söylediyse, biz ona şunu sormuyoruz: “Sen hangi dindensin? Senin dininin Allah indinde yeri nedir?” Biz bu soruyu sormadıkça Müslüman olarak kendi dinimiz ile kendi konumumuz arasında ki bağın ne kadar ciddiye alınacağı hususunu da belirsiz duruma getiriyoruz. Daha kötüsü, bizim Müslümanlığımız gayri-Müslim odaklar eliyle ne derece belirsiz kılınmışsa ona rıza gösteriyoruz. Müslüman olarak bazılarımız kendi dışımızdakilerin, dışımız da bulunmakla kalmayıp bizi kör, sağır, kütürüm kılma niyetini ve faaliyetini hiç elden bırakmamış olanların bizi tarif etmelerine, dolayısıyla bizi yemelerine fırsat veriyor. İslam tarihi bu kabil alçalmalara yabancı değil. Aynı İslam tarihi yükselmeleri de kaydediyor. Demek ki bazı Müslümanlar da kendilerini gayri-Müslim çevrelerin-odakların tarif etmelerine rıza göstermeyecek. Dolayısıyla kendini yedirmeyecek. Bu bağlamda kıyamet yakındır diye tövbe edeceğiz. Tövbe-istiğfar edeceğiz. Taat ve ibadeti hiç aksatmayacağız. Takvaya yaklaşmaya çabalayacağız. Her birimiz her gün biraz daha sofu olmakla her işimizi hal yoluna sokabilecek miyiz? Bu soruyu sormakla kendimizi çağdaşlık zehrine bulaştırmanın hazzına boylu boyunca bırakmış bulunuyoruz. Sofuluk ilk reddedeceğimiz bir tutum değil oysa. Ben derim ki olabilene ne mutlu; ama ben değilim. İnsan sofu olmayınca tövbe-istiğfarın kıymetini bilmekten geri durmaz. İnsan sofu değildir diye taatten ve ibadetten uzaklaşmaz. Sofu olmamak takva sahibi olma imtiyazını bir başkasına kaptırmak demek değildir. Müslümanlar bakımından -halli noktasına yaklaşılamadığı için- zillete düştükleri mesele hiçbir bakımdan dinin hangi uygulamalarla hükmünü yürütebileceği meselesi değildir. Müslümanlar kendi aralarında bir parçalanmışlık arz edişlerinin cezasını çekmiyorlar. Müslümanların düşüklüğüne sebep olan şey kaybettikleri özü yeniden ele geçirme çabası yerine, kaldığı kadarıyla biçime sımsıkı sarılmalarıdır. Onların bu derece biçim düşkünü durumda donmuş veya dondurulmuş olmaları gayri-Müslim odakların kendilerinde İslam’da biçimin değil, özün tercih edilmesi yolunda -telkinde bulunma hakkı- bulunduğu izlenimi edinmelerine yol açıyor. İslam’da öz ve biçim birbirinden ayrılabilir mi? Zekat veriyormuş gibi yapsanız zekat vermiş olur musunuz? Yahut İslam devleti olduğunu hem inkar eden ve hem de İslam devleti olmadığını kanıtlamak için özel bir tutum sergileyen devlete verdiğiniz vergiler zekat yerine geçer mi? Hacca gitmek niyetiyle kuzey kutbuna doğru yola çıktığınız zaman size ne derler? Teorinin ve pratiğin İslam’da nasıl anlaşıldığına dair bir fikriniz var mı? Vakitsiz ezan bir anlam taşıyorsa, ne anlam taşıyor? Ömrünüzün herhangi bir anında bir kez olsun, “Ben neyimle Müslüman’ım?” , sorusunu sordunuz da, buna kesin bir cevap sağlayabildiniz mi? Böyle sorular uzayıp gidecektir. İnsanlık tarihine bakılınca sorulardan daha çok soruları kimin sorduğunun önemli olduğu fark edilecektir. Öyleyse “kimlerin” “kim” oldukları bilinmedikçe insanlık tarihini bilmekte imkansız. Bir şeyin gayri-şahsiliğine karar verdik mi o şeyin tarih dışı kaldığını da kabullenmek zorundayız. “Karım ölünce kıyametin küçüğü, ben ölünce kıyametin büyüğü kopacak” diyen Nasrettin Hoca bu kabulümüze atıfta bulunur. Öz ile biçim arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu anlarsak ve İslam’ın bu ikisinden hangisine öncelik verdiği konusunda yaşanılan tereddütten kurtulursak dünyada biz insanların; ama özellikle biz Müslümanların ne işi olduğu hususunu kısa yoldan açıklığa kavuşturmuş oluruz. İslam’a karşı düşmanlık hissi taşıyanların ilk işi İslami biçimlere hücum etmek olacaktır. Düşmanlıklarını etkili kılmak isteyenler her konuda özün biçimden önce geldiği fikriyle harekete geçeceklerdir. Her konuda olduğu gibi, özün korunması ve devamı için biçimden vazgeçtiğini veya vazgeçilmesi gerektiğini söyleyenler söylediklerinin tam tersi bir sonucu arzulayanlardır. Zira insanlık tarihinde hiçbir öz gösterilemez ki kendine mahsus biçimi kaybettiği halde, kaybettikten sonra da varlığını devam ettirebilmiş olsun. Biçimin terki hususunu kabul ettirmek isteyenler, o biçim yardımıyla korunan ve savunulabilen özün korunmasız ve savunmasız kalması beklentisi içindedir. Özü kaybolmuş, tükenmiş, bozulmuş biçim, özsüz kalmış biçim olabilir. Tersinin olması ise imkansızdır: En uygun biçimi bulmaksızın hiçbir özü ifade edemezsiniz. Hiçbir özün üretilebildiği o öz belirgin bir biçime girmedikçe iddia edilemez. Özün kemale erdirilmesi biçimin kemale erdirilmesinden başka bir şey değildir. “Biçimsiz kalmış öz diye bir şey yoktur, olmamıştır, olmayacaktır.” Dünyanın neresinde bulunursa bulunsun bir insanın, yani bir Müslüman’ın yegane işi biçimi, biçimciliği bir kenara bırakmak değil, tam tersine ulaşabildiği kadarıyla biçimi öze uygun kılmak, biçimin ihtiyaç gösterdiği öze kavuşmak üzere davranmak ve biçimin koruduğu alanda “özün gelişimi uğruna” emek sarf etmektir. Müslümanlar öz ile biçim arasındaki ilişkiyi yorumlamaktan imtina ettikleri nispette küfrün tasallutuna rıza göstermiş oluyor. “Binanın ve zinanın” çoğaldığına dikkat çekenler biçimcilikle suçlanıyor. Suçlananlar cezaya çarptırılmamak ve kendilerini İslam düşmanları gözünde beraat ettirebilmek için olmadık cambazlıklara girişiyorlar. Bu arada “tövbe-istiğfar” etmek kimsenin aklına gelmiyor. Bu tutum yalnızca İslam’dan uzaklaşmaya değil, aynı zamanda Müslüman’ın küçük görülmesine, kafirlerin yardakçısı derekesine düşürülmesine sebep oluyor. Üstüne üstlük yukarıda kısmen temas edilen hususların şikayet konusu edilmesi de yadırganıyor. Kıyametin ne kadar yakın olduğunu bilmem anlatabildim mi? (Cuma Mektuplarından – İ. Özel)