17 Temmuz 2008 Perşembe
"İSLAM'A GİTMEYEN KÖTÜYE GİDECEKTİR"
Türkiye’de geçen yarım asır boyunca ne olduysa Müslüman hayatının icap ettirdiği tatbikatı terk edenlerin İslam yorumu ile; Müslüman hayatının icaplarını yerine getirmek isteyenlerin İslam yorumu arasındaki çatışma dolayısıyla çıkan meseleler çevresinde oldu. Bunu tuzağa düşürenler ve tuzağa düşenler şeklinde gruplandırmak da mümkün. Tuzağa düşürenler nerelerde manevi kayıplara uğradıklarına aldırmayacak derecede aymazlık içindeydiler. Tangoları onları düze çıkarmadı. Buna mukabil tuzağa düşenlerin de manevi durumu pek parlak değildi. Türkiye’de gerek kültür ve gerekse siyaset alanında İslami yaklaşımlar önerildiği zaman katılımcı bir heyecana kapılanların bildikleri İslam ne yazık ki kendilerini yüzyıllar boyunca inkıyat (boyun eğmek) ettirilmiş bir tebaa olarak muhafaza edenlerin dayattıkları İslam’dı. Bilgileri görünür bir yetkiye boyun eğmek ilkesini besleyenlerin ahlakları köle ahlakının sınırlarını taşamayacaktı. 1950 yılından itibaren Türk toplum hayatı yönü aşağıdan yukarıya doğru bir hareketlilik yaşıyor. Hayatlarında Müslümanlara mahsus kılgıya (tatbikata) yer verenler resmi anlayış doğrultusunda biçimlenmiş eğitim kurumlarından, iş alanlarından ve her türlü sahneden yararlanarak toplumun itibarlı bölgelerinde kendilerine yer açıyorlar. 1980 yılına kadar birerli ikişerli gerçekleşen bu taşınma, andığımız tarihten itibaren Cumhuriyetin ilanı sonrasında çevrilen bütün manevralara alet olan insanların öbekler halinde itibarlı alanlara doluşması şekline girdi. Bu insanlar itibarlı alanlarda itibara kavuşamadılar; Çünkü geldikleri yere tebaalık bilgilerini ve köle ahlaklarını da getirmişlerdi. Türk toplumu İslam’ı İslam’ın bulunduğu yerden algılayarak kavramaktan aciz kalmış insanların yürütmeye kalkıştıkları bir İslamcılık davasının doğurduğu sıkıntıları henüz atlatamadı. Köle ahlakını boyunlarında bir zincir gibi taşıyanların en çok işe yaradıkları yerin köle pazarı olduğu gün geçtikçe daha kolay anlaşılıyor. Ortalıkta hükmünü yürüten sadece tarifi Türkiye’nin düşmanları tarafından yapılmış bir ideoloji olarak İslamcılıktır. Bunun bir felaket olduğunu birilerinin anlaması gerek. Kölelere mahsus ahlakı kendimizden uzak tutarak bunu yapabiliriz. Sahip çıktığımız İslam’ın “ne” olduğuna dair düşünce bize Türkiye’nin düşmanları tarafından dayatılmış bir düşünce olmayacaktır. Başlangıçtaki islahat aşısıyla aşılanmadıkça, ruhumuzu Anadolu’yu İslamlaştıran ruh haline getirmedikçe şimdiki dertlerimizden arınamaz, kurtuluş yolunu bulamayız. Allah bütün yeryüzünü Müslümanlara mescid kıldı. “Amenna ve Saddekna.” Ne var ki yüzümüzü kıbleye çevirebilmek için ayaklarımızın bir yere basması lazım. Hür bir insan kıbleye yöneldiğinde ayaklarının bastığı yer onun vatanıdır. Türkiye’nin vatanlaşmasının, Türklerin hürriyetlerine sahip çıkışlarının anlamı budur. Hepsi bu kadar değil. Unutmamak gerekir ki İslam enternasyonalizmi, kozmopolitizmi değil Müslümanların hususi bir hayat sahası olduğunu vurgulayan bir milliyetçiliğe amirdir. Rasulullah(s.a.v.) bir namazda, o namazın kılındığı zaman içinde kıblemizi Kudüs’ten Kabe’ye çevirdi. Bu olaydan benim anlayabildiğim Müslümanların milli varlıklarına sıkıca sarılmadan, milli mana taşıyan etkinliklerle tecessüm (canlanma) etmeden bir çıkış yolu bulmalarının imkan ve ihtimali olmadığıdır. Biz Müslümanlar ehl-i kıbleyi tekfir etmeyiz. Yani bizimle kıblesi ortak olanın milliyetçiliğini veri sayarız. Millet varlığına ihanet etmeyişin ilk belirtisini Kabe’ye yönelişte buluruz. Kabe’ye yönelirken ayaklarınızı bastığımız yerin vatanımız oluşu aynı zamanda hürriyetimizin oluşudur. Hürriyetimiz milliyetçiliğimizin güvencesidir. İçlerine sindirdikleri köle ahlakıyla Müslüman kimliklerine halel gelmeyeceği fikrini akıllarından geçirenler ellerine fırsat geçince milleti satmakta beis görmeyeceklerdir. ( Cuma Mektuplarından Alınmıştır – İsmet ÖZEL )
"LAİK DEĞİLİM ÇÜNKÜ MÜŞRİK DEĞİLİM"
Modern zamanlarda Müslümanların karşısına İslami ölçülere göre şu oranda veya bu üslupta Müslüman olmak gibi bir mesele çıkmış değildir. Liberalizm ölçüleri içinde Müslümanlar hem bir Müslüman hem de bir başka şey “demokrat, laik, sosyalist, ırkçı, feminist, çevreci v.s.” olmayı içlerine sığdırabileceklerini düşünecek kadar itikadi bütünlüğünü kaybetmiş duruma düşebilmektedirler. Yani modern zamanlarda kendine Müslüman diyen çok sayıda insan hayatlarına anlam veren ilke veya ilkeleri İslam’dan almaksızın yaşayışlarını düzenlemekte ve buna nihai noktada bir İslami gerekçe bulmakta veya belli belirsiz böyle bir gerekçenin bulunabileceğine inanmaktadırlar. Öyle kabul ediyorum ki bu türden insanların inançları cahiliye dönemindeki müşriklerin, İslam tebliğ edilmeye başlandığı zamandaki müşriklerin inançlarının bir anlamda günümüzdeki yansımasıdır. Yani bu insanlarda bir müteal(yüce, ulu) Allah inancı vardır, fakat hayatlarına yön veren ilkeyi Allah’ın emir ve yasaklarından almazlar. Daha da ötede, Müslüman olmanın yaşama alanlarının tümünü kapsayan gerekliliklerle yerine getirebileceğini bilmezler, bildirildiği zaman kabule yanaşmazlar. Müşrik inancının modern zamanlarda yaygınlaşmasında laiklik özel bir görev üstlenmiş durumdadır. Müslümanlığı ve laikliği aynı anda benimsemiş görünen kimselerde belirgin ve ayırıcı özellik ikili karakter taşır. Toplumun örgütlenmesi ve işleyişi hangi esaslar dahilinde yürütülmelidir sorusu sorulduğunda çağdaş müşrikler İslam kaynaklarının tek belirleyici olacağını reddederler. İkinci olarak, inançlarındaki toplumsal sorumluluk unsurlarını hesap dışı tutarlar. Yani bir yandan inanç ferdi bir olaydır ve insanların iç dünyalarının değerleri arasındadır; öte yandan da ferdi inançların hiçbir toplumsal yükümlülüğü olmadığı görüşüne saplanmışlardır. İlk bakışta bu iki yaklaşımın aynı kapıya çıktığı sanılabilir. Doğrusu her iki yaklaşımdan da istihal(başkalaşım, değişim) edilen sonuç Müslüman çoğunluğun boyunduruk altında tutulmasına, kafir hükümranlığının kolaylıkla kabul edilmesine varır. Fakat bu yaklaşımlardan birincisi, yani toplum örgütlenmesinin İslam dışı esasları belirleyici kabul ederek sağlanması kafirlerin müşrikleri yönetmesine yarar. İkinci yaklaşım, yani inancın toplumsal sorumluluktan arıtılmış olarak baskın kılınması da müşriklerin Müslümanlar üzerinde hakimiyet kurmalarına yarar. Körfez savaşı dolayısıyla Müslümanlar üzerinde bu katmerli operasyon pervasız ve fütursuzca uygulamaya sokuldu. Laikliği reddeden Müslümanlar için karşı çıkılacak taraf net ve belirgindi, ama aynı Müslümanlar yanında olmaları gereken taraf hakkında aynı netlikten rahatça söz edemezlerdi. Laikliği reddeden Müslümanlar için bir başka netlik de dünya hakimiyetine oynayan güç karşısında Müslüman kisvesi altında olanların hangi tavırlar içinde olduklarını açık seçik görme imkanı dolayısıyla doğdu. Bir bakıma dünyanın rububiyyet (ilahlık) iddiasındaki güçleri kendilerine tabi olanları sonuna kadar laikleştirdiler. Müslümanlar altından kalkılması güç bir temyiz gücü göstermek mecburiyeti altında kaldı. Dağınık ve örgütsüz olmalarına rağmen kafirlerin oyuncağı olmadıklarının ağırlığını hissettirdiler. Bunu nasıl yaptılar? Daha çok laikleşmiş ve nüfuzlu göründüğü halde çaresizliğini sergileyenleri yalnız bırakarak. Müslümanlar baskıcı güçlerin yedeğinde savunulan düşünceleri açıkta ve kirlenmiş bırakarak bir tavır ortaya koydular. Müesses nizamın korunmasında görev almayacaklarını belli etmek suretiyle susarak bir şey söylediler. Kazanç peşinde itikadi doğrularını eğip bükenlerin tek başlarına kalacaklarını belli ederek geleceğin zevahiri kurtarmakla inşa edilemeyeceğini lisan-ı hal ile dile getirdiler. Geçtiğimiz günler öğretici günler oldu. Müslümanlar laikliğin müşrik bir kafa yapısıyla nasıl yanyana, kolkola, içiçe ilerlediğini öğrenmekte büyük kolaylıklar elde etti. Bütün bu öğrenilenlerin tarlaya atılmış tohumlar olduğunu düşünebiliriz.İslam dünyası yeni şartlarda yeni bakış açılarına sahip insanların gücüyle beslenebilir. Bu yeni insanlar dünya zorbalarının telkin ettiği şirk ve dünyaya zincirlemenin alçaltıcı kirinden uzak durmayı başarabilirler. Bizim bugün yapabileceğimiz ömrümüz içinde belli bir İslami başarıya ulaşılamamış bile olsa başarı imkanının nakledilebileceğini sağlamaktır. Bunun ilk şartı da zalimlere yaranmaya çalışmakla İslami sorumlulukların yerine getirilemeyeceğinin bilinmesi ve bildirilmesidir. (Cuma Mektuplarından Alınmıştır – İsmet ÖZEL)
4 Temmuz 2008 Cuma
"AĞZINDA GEVELEME; TÜRK MÜSÜN, GAVUR MUSUN; ÇABUK SÖYLE!" -2-
Bu soru sana da, bana da, ötekine de tarihten kaldı. Bizi, hepimizi, her birimizi bu soruya cevap vermeye tarih zorluyor. Ben tarih’i takmam, tarihin canı cehenneme demeye kalkışırsan, bilesin ki asıl senin canın cehenneme yönelmiştir ve belki yarı yolu kat etmiştir bile. Bu kadar kesin nasıl mı konuşuyorum? Şimdi anlayacaksın: Dünya sistemi dediğimiz hegemonya dizgesi Türklüğe ve gavurluğa ilişkin sözlerin ağızda gevelenmesinden yarar umuyor. Ve hayatımızın İslamiyet’le ne kadar mukayyet (kayıt altında) olduğunun fark edilmemesi için elinden geleni ardına koymuyor. Senin kafanı Türk mü, gavur mu olduğun konusunda ne kadar çok bulandırırlarsa sistemin çarkları o kadar gıcırtısız dönüyor. Türkiye’de yaşayan birçok insan Türklük ve gavurluk arasında bir duvar saatinin sarkacı gibi gidip geliyor. Şimdiye kadar hep “saat işlesin, sarkaç gidip gelsin” diyenler duruma hakim oldular. Onların hakimiyetiyle Türkiye batağa saplandı. Bataktan kurtuluş ancak sarkaç halinin terkiyle mümkün olabilir. “Ya Türklükte yahut gavurlukta karar kılınacak.” Karar; doğurduğu sonuçlarla birlikte üstlenilecek. Haçova Meydan Muharebesi’yle başlayan “Türklük” yani “Haçlı ordusu karşısında uğradıkları bozguna son verdikleri için muzaffer olan Müslümanların kendilerine seçtikleri kimlik tecrübe edilen bunca iksirden sonra bugün artık BİLLURLAŞMALI, BERRAKLAŞMALIDIR.” Neden buna ihtiyaç vardır? Bilhassa şundan: ”Besbelli ki senin, benim, ötekinin Türklüğü ve gavurluğu ortaya zihin bulanıklığı çıkarmaya devam ederse şimdinin felaketlerini daha büyük felaketler takip edecektir.” Gavura gavur diyemediğin zaman Türk’e de Türk diyemezsin. “Bu dilsizlik şartı gavurun gavurluk yapmasını engellemez; ama aynı şart karşı tarafın (Türk’ün) elini kolunu bağlar.” Berraklıktan mahrum kalındığı zaman bırakın Türk’ün Türklük yapmasını kendinin Türk olarak adlandırılması hususunu bile yerli yerince anlamlandıramaz. Anlam peşindeyiz. Ben senin Türk mü, gavur mu olduğun konusunda itminan sağlamanı (emin olmanı) kolaylaştırmak istiyorum. “Bombayı gavur kaçıncı defa savurduysa kime savurdu?” , “Kılıcı gavur aralıksız salladıysa kime salladı?” , “Türk’e mi, bir başka gavura mı?” , “GAVURUN ELİNDEN EKMEK YİYEN ELİNDE Kİ KILICI KENDİ HESABINA SALLAYABİLİR Mİ?” , “Gavurun kılıcını sallayan, Türklükten çıkmış mı olur?” Tarih bütün bu soruların cevabını içinde barındırıyor. Etnoloji (kavmiyet bilimi), antropoloji (insan bilimi), giderek sosyoloji bu ve bu türden sorulara cevap bulmaktan acizdir. Bilinç ve istem (şuur ve irade) olmaksızın tarihin meşguliyet alanına giremeyiz. Hem başlangıcımızı, hem de sonumuzu tarihin meşguliyet alanında buluruz ve elbette kendimiz için “iyi” bir son olsun isteriz; ama bundan da önemlisi herhangi bir “sonumuz” olmasıdır. Varlığına son verilmesinin kayda değer sayılmadığı insanlardan olmak varlık alanına hiç çıkmamak demektir. Tanımı gavurlar tarafından getirilmiş bir Türklük, o tanımı getirenlerin gerek duydukları yer ve zamanda istedikleri biçime sokabilecekleri bir Türklüktür. Alçaltılmış bir kavramdır. Buna mukabil, tanımı Türklüğü tercih etmiş olanlar tarafından getirilmiş “Türklük” dünyaya yön verecek bir yetkinin ele geçirilmesi anlamına varır. Peşine düştüğümüz anlam budur. Kimdir Türklüğü tercih etmiş olan?: ”KÜFFARIN KURDUĞU DÜZENİN YERİNİ İSLAM DÜZENİNİN ALMASI UĞRUNA ÇATIŞMAYI GÖZE ALAN HER KİM İSE O, TÜRKLÜĞÜ TERCİH ETMİŞ OLUR” Miladi takvimdeki 1071 tarihi bu bakımdan en önemli dönüm noktasıdır. Bu noktadan itibaren ideal olarak gözümüzde büyütmemize gerek olmayan; ama İslam düzeninin kafir tasallutundan masum kaldığı bir dönem yaşanmıştır. Kafirler İslam düzenini tanınmaz hale sokmak için şerefini Türklükle kazanmış toprakların işgal edilmesinin en tesirli yöntem olduğunu biliyorlardı. Sıkı dur: “ŞEREFİNİ TÜRKLÜĞE BORÇLU OLAN TOPRAKLARI KAFİRLER HER SEFERİNDE İSLAM’I BAHANE EDEREK İŞGAL ETTİ.” Türkiye’de yapısal işgal Tanzimat sonrasındaki bütün reformların ayak izlerini takip etti. Türkiye’de “İslamiyet’in özüne dönülüyormuş” izlenimi verilerek ve “itaatkarlığına bulduğu gerekçe” dindarlık olan herkesin desteği alınarak “Türklükle şereflendirilmiş” her türlü işleyiş berhava edildi. KÜFRE DİRENİŞİN İTİBAR KAYBETMESİ İÇİN GAYRET SARF EDENLER TÜRK MÜYDÜ, GAVUR MUYDU? Napoleon Bonaparte 1798’de Mısır’ı işgal ederken Müslüman’mış gibi davrandı. Mısır’ı yönetenlerin İslamiyet’e ters düştüğünü iddia etti. Beyannamelerinin baş köşesine “Besmele” yerleştirmekle yetinmedi, hemen altına “Kelime-i Şahadet” ilave etti. Tıpkı “bir kısım medya” gibi “bir kısım ulema” Napoleon’un arkasında idi. Demek ki işgalci güç en azından bazı kimselere Müslüman görünmeyi başarabilmiş, kafalar bulandırılabilmişti. O günlerde Mısır’da herkes için “Türk mü, gavur mu?” sorusu sorulabilseydi herkesin yeri sarahatle anlaşılmış olurdu. Siz de bugün kendi konumunuza kendi gözünüzde açıklık getirin. Napoleon’a mı benziyorsunuz? Ona tabi olanlara mı? “TÜRKLÜĞÜ KAZANMAK VE KAYBETMEK HANGİ TAVRI BENİMSEMEYE BAĞLI?” 1914-1918 savaşı boyunca İngilizler işgal ettikleri yerlerde yetki alanlarını İslam’a hizmet ettikleri propagandası sayesinde genişlettiler. Müttefikler Orta-Doğu’ya geliyor ve onların gelmesiyle Türk istilası(!) sona eriyordu. 1. Cihan Harbi Hıristiyan kuvvetlerin arasında savaşsalar bile Türk topraklarını ele geçirmeleri konusunda yekvücut hareket ettiklerinin göstergeleriyle doludur. Kafir işgalcilerin ve onların işbirlikçilerinin yaptıkları ve “aciz-ucuz” insanlar üzerinde sonuç aldıkları ilk iş “Türklüğü Müslümanlıktan ayırmak olmuştur.” “Lawrance of Arabia” ibaresinin bütün çağrışımları Türk düşmanlığında odaklanır. Günümüzde adı anılan İngiliz casusunun yazdıklarından yararlanmayı marifet sayanlar kendilerine sorsunlar bakalım, Türk mü imişler, yoksa gavur mu? Türklük demek kafire mukavemet demektir. “MÜSLÜMAN’I MÜSLÜMAN’A KIRDIRAN BÜTÜN SEBEPLER TÜRKLÜKTEN ÇIKMAYI GEREKTİREN SEBEPLERLE ÖRTÜŞÜR.” 1956 yılında İngiliz-Fransız-İsrail askeri güçleri Süveyş kanalına hücum ettikleri zaman başarılarının ancak İslam topraklarında “Türk Ruhundan” eser bırakmamak suretiyle teminata kavuşabileceğini biliyorlardı. Bu sebeple ABD’nin başını çektiği BATI halkının çoğunluğu Müslümanlığı benimsemiş bütün toplumlarda geçerli olmak üzere bir “Kafir Devlet / Müslüman Millet” taksimatına vücut verdi ve icat ettiği çatışmanın delillerini Türklüğe başvurmayı gereksiz kılacak bir biçimde harekete geçirdi. Müslüman nüfusun yoğun olduğu her ülkede iktidara sahip olanlar ve iktidara talip olanlar hasımlarına karşı yegane desteğin “yukardan”, “Batı’dan” geleceğine ikna edildiler. Ele geçirilmek istenen canlılar tuzağa gafletleri sebebiyle düşmezler. Tuzaklar bilhassa ikbal peşinde olanların av durumuna düşeceği biçimde hazırlanır. Tuzağa düşen ya konulan yemi çekici bulmuştur veyahut dikkatini kavuşmak istediği şeye yoğunlaştırdığı için bastığı zeminin ne kadar sağlam olduğunu ölçme gereği duymamıştır. Bir insanın Türk mü, gavur mu olduğu, muhatap olduğu tuzaktaki yemle kurduğu ilişkiyle açıklanacaktır; soyuyla sopuyla değil. Türk mü, gavur mu olduğumuz sorusu anlamlı bir soru olacaksa bizim bir vatanımız olup olmadığı, varsa niçin bir vatanımız olduğu, vatanımızın niçin burası olduğu sorularının cevaba kavuşturulmasıyla olacaktır. Anlamlı soruyu bulduysak anlamı da bulduk demektir. Bulduğumuz bu şey ne işe mi yarar? Sonunda benden öğrenmek istediğin bu kadarcık idiyse yazıklar olsun sana! (Cuma Mektuplarından – İ. Özel)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)