Artık olan oldu mu, artık çok mu geç? Teselliyi bu saatten sonra şimdikinden daha zeki (aklına özenilecek) ve bunun sonucu olarak şimdikinden daha "iyi" konuma gelmemizin mümkün olmayacağı fikrinde bulduysanız sizin buluşunuzdan ben "tahripkar planlarınızdan" henüz vazgeçmediğinizi anlarım. Bilin ki, delirmediğiniz sürece, ömrünüzün hiçbir evresinde daha zeki ve daha iyi olma gücü elinizden alınmayacaktır (bi-izni Te'ala). Çünkü şimdikinden daha zeki olmanız demek zekanızı baktığınız şeyi bir üst basamaktan görecek derecede gelişkin kılmanız demektir. Daha iyi görmek ahlaki konum değiştirebilmenin, iyi konumu seçmenin, iyileşmenin ön şartıdır. Şöyle diyenleriniz bir kaçamağa başvuranlarınızdır: "Allah bana bu kadar akıl vermiş, onun verdiği akılla bu kadar iyilik sağlanabiliyor." Bu kaçamak hiçbir kötülüğünüze mazeret gösterilemez. Ne zaman akıllı olmayı Allah'tan dilediniz de duanız geri çevrildi. Ne diliyorsanız Allah'tan dileyen birimisiniz siz? O kadar iyi misiniz?
Cevabınız: "Evet, ben o kadar iyi bir insanım, Müslüman'ım!" olmalıdır. Müslümanlık kelime-i şehadetle başlıyor. Müslüman oldunuz mu "şahid" oldunuz demektir. Tanıklık etmek keskin duyu ister, tanıklık etmek akıl ister. Hem Müslüman hem avanak olmazsınız. Bu ikisinden biri diğerini yerinden eder. Biri sizin bünyenizde ne kadar çoğalmışsa diğerini bünyeniz o kadar azaltır. Bir Müslüman olarak "şahid" vasfınızın taalluk ettiği hakikat yalnızca varlık, evren, zihin, değer gibi kavramlar dolayısıyla vasıl olduğunuz hakikat değildir. Bir Müslüman yukarıda adı geçen kavramlarla birlikte "insanlık halinden, bir tarih bağlamından doğan hakikatin şahididir." Cahiliye devrinde müşrik Arapların Allah anlayışı bir "yalnızca tabiat olaylarını düzenleyen, tarihe müdahale etmeyen Tanrı" kavramına indirgenmişti.
Peygamberimiz Muhammed'e (s.a.v.) indirilen Kur'an-ı Kerim insanlığa insanlığın Adem -aleyhisselamdan- itibaren yol gösterici mahiyetinden hiçbir değer eksilmemiş olan "tevhid inancıyla" himaye olunabileceğini hatırlattı. İslam'ın canlandırdığı vahdet sadece "monoteizm (Tektanrılılık)" den ibaret değildi; tabiatla-tarihin de vahdetiydi. Allah bizim hem cismimizi ve hem de ismimizi yaratmıştı. Yaratıcılık Allah'ın tekelindeydi ve Allah nesnelerin, eşyanın olduğu nispette öznelerin, isteklerin, fikirlerin, eylemlerin, işlerin yaratıcısıydı. Demek ki İslam'a girmenin, Allah'ın kulu olduğunu kabullenmenin hakkını yalnızca günlük ibadetleri yerine getirmekle veremeyiz. Tevhid inancı insan hayatının birbirinden kopuk bölümlere ayrılması halinde insan hayatı olmaktan çıkacağını vurguluyor. Müslüman olmak ve Müslüman kalmak istiyorsak insan düşüncesinde tabiatı ve tarihi birbiriyle uyumsuz yöntemlere mahkum eden yaklaşımı takbih etmek (çirkin görmek, kınamak) durumunda bulunuyoruz. "Müslümanlar olarak her birimiz ne kadar zeki, ne kadar iyi olduğumuzu hem tabiattaki ve hem de tarihteki yerimizi kavradığımız oranda gösterebileceğiz."
Günümüzde Müslümanların zekaca ne kadar parlak oldukları görülemiyor, Müslümanların kalbindeki iyilik cevheri yerini insanların yaygınlık ortamı içinde bulamıyorsa bunun tarihin kavranılışında uğranılan sakatlıkla ilgisi var. 20.yüzyılın başlarına gelindiğinde avrupa halkları nezdinde "dinin miadını doldurduğu görüşü" olağan bir görüştü. Rahiplerin ve hahamların öncülüğüne gerek duyulmayan ve müracaat makamlarını bilim adamlarının doldurduğu, refah kaynaklarını bankerlerin temin ettiği yeni bir dünya kurulmuştu. Din miadını doldurduysa, İslam'da dinlerden bir din idiyse onun da vakti geçmiş olmalıydı. Dünyadaki "bilim adamlı, bankerli" yeni düzen yerkürenin her yerinde söz geçirir duruma kavuşunca hala "dediğim dedik, çaldığım düdük" havasındaki Müslümanlara seslenme gereği duyuldu. "Müslümanlara dışardan ve içerden seslenenler oldu!"
Müslümanlara dışardan; gayri-müslim bilim adamları, gayri-müslim bankerler ve gayri-müslim iş adamları seslendi: "Ey Müslümanlar teslim olun ve hükümranlığımız altına girin! Hıristiyanların ve yahudilerin hesabını görmüş olmamız sizi de hesap dışı kıldığımız, saf dışı ettiğimizin bir işaretidir." Müslümanlara içeriden; "kibirli İslam alimleri, İslam dünyasının tefeci-bezirgan sermaye sahipleri, bütün sülalesi beyt-ül mal'den yararlandırılarak adam kılığına sokulmuş despotlar" seslendi: "Ey Müslümanlar, modası geçmiş uygulamaları bırakalım ve bize bu uygulamaları icbar edenlerin görünüşüne girelim. Giremezsek battı balık yan gider!"
MÜSLÜMANLARA HİTAP EDENLER SÖYLEDİKLERİNİ HEM YER, HEM DE ZAMAN İTİBARİYLE DÜŞTÜKLERİ İKİ ANA YANILGI SEBEBİYLE SÖYLÜYORLARDI. BİRİNCİSİ; AVRUPA'DA MODERNLEŞME SÜRECİ BOYUNCA DİNE VAZİYET EDENLERİN ADIM ADIM GERİLETİLMİŞ OLMASI ASLA İSLAM'A İNDİRİLMİŞ BİR DARBE OLARAK ALGILANAMAZDI. İKİNCİSİ; "İSLAM KARŞITI BİR GÜÇLE BAŞA ÇIKMAK İÇİN İSLAM KARŞITI BİR KONUMU BENİMSEME SAÇMALIĞI MÜSLÜMANLARA BİR ÇARE İMİŞ GİBİ" GÖSTERİLİYORDU. İKİ ANA YANILGI İKİ ANA SAPMAYA MEYDAN VERDİ: 1) MÜSLÜMANLAR TANRI TANIMAZLIK KARŞISINDA YAHUDİ, HIRİSTİYAN VE BUDİST MÜTTEFİKLERİ OLABİLECEĞİ DOLMASI GÖSTERİLİR GÖSTERİLMEZ HEMEN AĞIZLARINI AÇTILAR. 2) "DİN VE MİLLİYET" ARASINDAKİ YAHUDİ, HIRİSTİYAN VE BUDİST DÜNYAYA MAHSUS AYRIMIN İSLAM DÜNYASI İÇİN DE GEÇERLİ OLDUĞUNU KABUL ETTİLER. YUKARIDAKİ İKİ SAPMAYI GÖSTEREN MÜSLÜMANLAR HER İKİSİNİN DE AYNI TUZAK OLDUĞUNU ANLAYAMADILAR. BU DEMEKTİ Kİ; "MÜSLÜMANLAR NE BİRBİRLERİNİ MUHATAP ALABİLDİLER, NE DE DIŞLARINDA BİR MUHATAP BULABİLDİLER." DÜNYA SİSTEMİNİ AYAKTA TUTAN GÜÇLERİN "YÜRÜRLÜĞE KOYDUĞU HER PLAN" İSLAM DÜNYASINDA BİR-ÇOK "HİZMETKAR" BULDU. "AVANAKLIĞIN SONU MÜSLÜMANLIK DEĞİL, "TÜRKLÜK" HİÇ DEĞİL."
Cevabınız: "Evet, ben o kadar iyi bir insanım, Müslüman'ım!" olmalıdır. Müslümanlık kelime-i şehadetle başlıyor. Müslüman oldunuz mu "şahid" oldunuz demektir. Tanıklık etmek keskin duyu ister, tanıklık etmek akıl ister. Hem Müslüman hem avanak olmazsınız. Bu ikisinden biri diğerini yerinden eder. Biri sizin bünyenizde ne kadar çoğalmışsa diğerini bünyeniz o kadar azaltır. Bir Müslüman olarak "şahid" vasfınızın taalluk ettiği hakikat yalnızca varlık, evren, zihin, değer gibi kavramlar dolayısıyla vasıl olduğunuz hakikat değildir. Bir Müslüman yukarıda adı geçen kavramlarla birlikte "insanlık halinden, bir tarih bağlamından doğan hakikatin şahididir." Cahiliye devrinde müşrik Arapların Allah anlayışı bir "yalnızca tabiat olaylarını düzenleyen, tarihe müdahale etmeyen Tanrı" kavramına indirgenmişti.
Peygamberimiz Muhammed'e (s.a.v.) indirilen Kur'an-ı Kerim insanlığa insanlığın Adem -aleyhisselamdan- itibaren yol gösterici mahiyetinden hiçbir değer eksilmemiş olan "tevhid inancıyla" himaye olunabileceğini hatırlattı. İslam'ın canlandırdığı vahdet sadece "monoteizm (Tektanrılılık)" den ibaret değildi; tabiatla-tarihin de vahdetiydi. Allah bizim hem cismimizi ve hem de ismimizi yaratmıştı. Yaratıcılık Allah'ın tekelindeydi ve Allah nesnelerin, eşyanın olduğu nispette öznelerin, isteklerin, fikirlerin, eylemlerin, işlerin yaratıcısıydı. Demek ki İslam'a girmenin, Allah'ın kulu olduğunu kabullenmenin hakkını yalnızca günlük ibadetleri yerine getirmekle veremeyiz. Tevhid inancı insan hayatının birbirinden kopuk bölümlere ayrılması halinde insan hayatı olmaktan çıkacağını vurguluyor. Müslüman olmak ve Müslüman kalmak istiyorsak insan düşüncesinde tabiatı ve tarihi birbiriyle uyumsuz yöntemlere mahkum eden yaklaşımı takbih etmek (çirkin görmek, kınamak) durumunda bulunuyoruz. "Müslümanlar olarak her birimiz ne kadar zeki, ne kadar iyi olduğumuzu hem tabiattaki ve hem de tarihteki yerimizi kavradığımız oranda gösterebileceğiz."
Günümüzde Müslümanların zekaca ne kadar parlak oldukları görülemiyor, Müslümanların kalbindeki iyilik cevheri yerini insanların yaygınlık ortamı içinde bulamıyorsa bunun tarihin kavranılışında uğranılan sakatlıkla ilgisi var. 20.yüzyılın başlarına gelindiğinde avrupa halkları nezdinde "dinin miadını doldurduğu görüşü" olağan bir görüştü. Rahiplerin ve hahamların öncülüğüne gerek duyulmayan ve müracaat makamlarını bilim adamlarının doldurduğu, refah kaynaklarını bankerlerin temin ettiği yeni bir dünya kurulmuştu. Din miadını doldurduysa, İslam'da dinlerden bir din idiyse onun da vakti geçmiş olmalıydı. Dünyadaki "bilim adamlı, bankerli" yeni düzen yerkürenin her yerinde söz geçirir duruma kavuşunca hala "dediğim dedik, çaldığım düdük" havasındaki Müslümanlara seslenme gereği duyuldu. "Müslümanlara dışardan ve içerden seslenenler oldu!"
Müslümanlara dışardan; gayri-müslim bilim adamları, gayri-müslim bankerler ve gayri-müslim iş adamları seslendi: "Ey Müslümanlar teslim olun ve hükümranlığımız altına girin! Hıristiyanların ve yahudilerin hesabını görmüş olmamız sizi de hesap dışı kıldığımız, saf dışı ettiğimizin bir işaretidir." Müslümanlara içeriden; "kibirli İslam alimleri, İslam dünyasının tefeci-bezirgan sermaye sahipleri, bütün sülalesi beyt-ül mal'den yararlandırılarak adam kılığına sokulmuş despotlar" seslendi: "Ey Müslümanlar, modası geçmiş uygulamaları bırakalım ve bize bu uygulamaları icbar edenlerin görünüşüne girelim. Giremezsek battı balık yan gider!"
MÜSLÜMANLARA HİTAP EDENLER SÖYLEDİKLERİNİ HEM YER, HEM DE ZAMAN İTİBARİYLE DÜŞTÜKLERİ İKİ ANA YANILGI SEBEBİYLE SÖYLÜYORLARDI. BİRİNCİSİ; AVRUPA'DA MODERNLEŞME SÜRECİ BOYUNCA DİNE VAZİYET EDENLERİN ADIM ADIM GERİLETİLMİŞ OLMASI ASLA İSLAM'A İNDİRİLMİŞ BİR DARBE OLARAK ALGILANAMAZDI. İKİNCİSİ; "İSLAM KARŞITI BİR GÜÇLE BAŞA ÇIKMAK İÇİN İSLAM KARŞITI BİR KONUMU BENİMSEME SAÇMALIĞI MÜSLÜMANLARA BİR ÇARE İMİŞ GİBİ" GÖSTERİLİYORDU. İKİ ANA YANILGI İKİ ANA SAPMAYA MEYDAN VERDİ: 1) MÜSLÜMANLAR TANRI TANIMAZLIK KARŞISINDA YAHUDİ, HIRİSTİYAN VE BUDİST MÜTTEFİKLERİ OLABİLECEĞİ DOLMASI GÖSTERİLİR GÖSTERİLMEZ HEMEN AĞIZLARINI AÇTILAR. 2) "DİN VE MİLLİYET" ARASINDAKİ YAHUDİ, HIRİSTİYAN VE BUDİST DÜNYAYA MAHSUS AYRIMIN İSLAM DÜNYASI İÇİN DE GEÇERLİ OLDUĞUNU KABUL ETTİLER. YUKARIDAKİ İKİ SAPMAYI GÖSTEREN MÜSLÜMANLAR HER İKİSİNİN DE AYNI TUZAK OLDUĞUNU ANLAYAMADILAR. BU DEMEKTİ Kİ; "MÜSLÜMANLAR NE BİRBİRLERİNİ MUHATAP ALABİLDİLER, NE DE DIŞLARINDA BİR MUHATAP BULABİLDİLER." DÜNYA SİSTEMİNİ AYAKTA TUTAN GÜÇLERİN "YÜRÜRLÜĞE KOYDUĞU HER PLAN" İSLAM DÜNYASINDA BİR-ÇOK "HİZMETKAR" BULDU. "AVANAKLIĞIN SONU MÜSLÜMANLIK DEĞİL, "TÜRKLÜK" HİÇ DEĞİL."
(Üstat: İsmet ÖZEL'in "Müslümanlara Kim Hitap Ediyor, Müslümanların Muhatabı Kim?" yazısından;)