27 Şubat 2008 Çarşamba
KAFİRİN AKLINA UYANIN AKLINA TÜKÜRÜN!
Eğer bir bağımlılık ilişkisinden söz edilecekse bağımlı olanın adına Türkiye denilmesine kimse şaşırmayacak ve bağlanılanın ABD olarak adlandırılmasına kimse itiraz edemeyecektir. Mezkür(anılan) iki ülkeden birinin diğerini denetim altında tutması inkarına güç yetirilemeyen bir gerçeği yansıtıyorsa denetleyenin ABD, denetlenenin Türkiye olduğuna da inkarcı bir yaklaşım getirmek mümkün görülmüyor. Dolayısıyla, bağımlı Türkiye’nin Amerikancısı bütün Amerikalılardan daha Amerikancıdır. Öyle olmasa ona niçin Amerikancı diyelim ki? Buna mukabil herhangi bir Amerikalının çıkarını denetlenmiş olmada aramasının gerçekçi bir tutumu yansıtmayacağı kabul edilebilir. Öyle olmasa ona niçin Amerikalı diyelim ki? Açıklaması zor duruma düşen bağlanandır, bağlayan değil. Denetleyenin bir karmaşa ile harekete geçtiği söylenemez; Halbuki denetlenen hangi hareketi sergilerse sergilesin, davranışının arkasında bir karmaşa olup olmadığı merak konusudur. Hiçbir çağda Avrupa kültürünün talebesi olmayı başaramayanların ve hem de gözünü Avrupa medeniyetine uşaklık etmenin sağlayacağı irada(kazanca) dikenlerin mevki ve makam sahibi olduğu Türkiye’de yüzeyi “müstamel” fikirlerin kaplayacağı besbelli idi. Kültür onların kültürü, medeniyet onların medeniyeti ikiz kuleler de onların, kulelere çarpan uçaklar da. Onlar kendi yaralarına merhem buldukları zaman biz Türkler ne yapacağız? Madem merhem bulundu, bari biz de sürelim (sürünelim) mi diyeceğiz? İyi ama; yara onların yarası değil miydi? Sırf onların şifa bulduğu merhemi kullanabilmek adına vücudumuzda onlarınkine benzer yaralar mı açmamız gerekiyor? Türkiye’de bu mantıkla birçok işler yapıldı. Bu işlerin birçoğu da yapılmak için sıra bekliyor. Mantık Avrupa ve Amerikalıların tedavi yöntemlerini uygulayabilmek için onların hastalıklarını kapma mantığından başka bir şey değildir. İlericilik ve gericilik ikiz kardeştir. Birlikte doğarlar ve fiillerden aynı şekilde etkilenirler. Türkiye’de yaşayıp geçim yollarını makam ve mevki sahibi olmaktan geçirmeyi başaranlar Türkiye’ye mahsus düşünce odaklarının oluşmasında rol oynayan birimler haline gelmek şöyle dursun, düşünce adamlarına yaraşan tutarlılığın azılı düşmanı kalarak yerlerini koruyabilmektedirler. Türkiye’de hem yer kapmak ve hem de kaptığın yeri başkasına kaptırmamak kafirin aklına uyacak formülü bulduğun zaman mümkün oluyor. Küffar ise uyulacak aklı takdim söz konusu olunca yeterince cömerttir. Tekrar edelim: Mesele bir toplum kuramının neye tekabül ettiğine dair bilgi edinmede değildir. Mesele nazariyatta değil; fiiliyatta, ameliyatta, siyasettedir. Eğer güttüğünüz bir siyaset varsa, o siyaset bazı ameliyatları gerektirecek ve siz fiili durum dolayısıyla mesafe kat edeceksiniz. Kat ettiğiniz mesafe mevki ve makam olarak tacalli edebilir; Ama sadece mevki ve makamın ele geçirilmesi hedefleniyorsa, bunun için gavurun aklına uymak yeter. Kafir dediysek allame demedik. Onların allame gibi görünmeleri zarlarını bizim ülkemizdeki bir takım insanların makam ve mevki uğruna sergiledikleri zaaflar istikametinde atmalarından ötürüdür. Türkiye’de niceleri onlar buruşturup yuvarlasınlar diye kendilerini kafirlerin eline bırakmıştır. Bugün artık miladın yirmi birinci yüzyılı başlangıcında kafirlerin eli altında sürü sepet buruşturulup yuvarlanmış Müslüman var. Boş bulunsaydım ben de onlardan biri olacaktım. Çok şükür boş bulunmadım. Tarih bize ödeşmeyi ve helalleşmeyi öğretmeyecekse ve bize ödeşip helalleştikten sonra yolumuza devam etme gücü sağlamayacaksa hiçbir işe yaramıyor demektir. 18’ci yüzyıldan itibaren dünya hakimiyetinde rakipsiz kalan (Karlofça Antlaşması: 1699) Avrupa medeniyeti müstemleke haline getirdiği toprakların ahalisinden bir şey öğrenmek niyetinde değildi. Hele Avrupalı olarak edindiği ahlakı; Hakimiyeti altına aldığı insanların ahlakıyla hizaya getirmek aklının ucundan bile geçmezdi. Bilakis gücünü kendi ahlak ve aklını esir aldıklarının ahlakı ve aklı haline getirmekle gücünü artıracağına ve pekiştireceğine kesinlikle inanıyordu. Peki, sömürgeleşen toprakların halkı neye inanıyordu? Onlar da zilletten yeni efendileri gibi güçlü olmadıkça kurtulamayacakları inancına sahiptiler. İslam modernistleri Avrupalı aklının en üstün akıl olduğu fikrinde en ısrarlı olanlardı. 19’cu yüzyıl romantiklerinin “asil vahşet” anlayışını “Asr-ı Saadet” şeklinde telaffuz ediverdiler. GERÇEKTE ZİLLETİN EN AĞIRINA KAFİRLERİN AKLINA UYMAKLA DUÇAR OLDUKLARINI FARK EDEMEMİŞLERDİ. Türkiye “Lale Devri” sonrasında kafirlerin aklının bayiliğini yapanlarla (kapanlarla), kafirlerden bayilik kapamadığı için bayilerin değil doğrudan doğruya kafirin aklına uyulması propagandası yapanlar arasında yürütülen mücadeleye şahit oldu. Bu yüzden Türkiye’de sağcılık ve solculuk arasındaki zıtlaşma asla Avrupa modernleşmesinde görüldüğü gibi konservatiflerle reformistler arasındaki mücadele biçimini almadı. Avrupalılar kendi bayilerini hasımlarına karşı kışkırttılar. Avrupalılar bayilere cephe alıp kafir aklını hayatlarına özgün vasfıyla uyarlamak isteyenlere destek verdiler. Türkler modernlik istikametinde mesafe kat etmelerine sebep olan bütün dolmaları yuttular. (hala yutmaya devam etmekteler maalesef) Kafirin aklına uymayı reddetmek gelişimini Avrupa‘da sağlamış bir bilgilenme tarzına ve o tarzın ortaya koyduğu bilgilere sırt çevirmek, onları yok saymak değildir. Bilakis kafirin aklına uymayı reddetmek odur ki bu reddiyeyi benimseyen bir toplum kendi yapısı içinde bütün bilgilenme tarzlarının gelişmesine olanak sağlayan bir ortam sağlayabilmiştir. Zevk bakımından, Vakar bakımından, İrfan bakımından düşüklüğü sineye çekerek kafirin aklına uymayı reddedemezsiniz. Kafirin aklına uymak; Siyasette, sosyal hayatta, iktisat alanındaki çözüm arayışlarında özgün düşüncelere burun kıvırmak, fikriyat, sanat, bilim alanında züppeleşmek, efendisiz yaşanamayacağı fikrine sahip olacak derecede köpekleşmektir. Kurt kalmak sıska kalmaktır hükmünü ürkünç bulup semizleşme umuduyla köpekleşmeye yönelenler isabetli bir seçim yapmadıklarını 21’ci yüzyılda artık anlasınlar. Köpek olmakla yağlı kemik bulmak arasında zorunlu bir mantık bağı yok. SISKA KÖPEK ARTIK GÖZÜMÜZÜN ALIŞTIĞI BİR GÖRÜNTÜDÜR. (Cuma Mektupları – İsmet Özel)
15 Şubat 2008 Cuma
"HAYAT HAKKINI ELİNDE TUTMAK!"
Şöyle tuhaf bir durum acı veren ağırlığıyla üzerimize çullanmış haldedir: İslam kültürünü terk etmenin bir kurtuluş yolu olduğuna inananlar halkın Müslümanca direnişi karşısında kalıyorlar.İslam kültürüne sadık kalmanın bir kurtuluş olduğuna inananlar böyle bir sadakati mümkün kılacak siyasi ve sosyal kurumların tahrip edilmiş olduğunu görüyorlar. Batı kültürünün vardığı son aşamadan bütün insanlık adına, bu arada Türkiye’de yaşayan insanlar adına yararlanmak isteyenler ülkemizdeki batıcı görüş savunucularının Batı’yı sadece görünüş bakımından benimsediklerini fark ediyorlar. Üstelik düşünce planında Batı’nın bugünkü zihin formasyonunun en azından yirmi yıl gerisinden izlenebildiğini anlıyorlar. Kısacası Türkiye bir toplum ve bir siyasi organizasyon olarak eskiden sahip olduğu dayanakları(dini) kaybetmiş ve yeni dayanaklara kavuşamamış haldedir. İşte bu dayanaksızlığı Türkiye’yi (en azından 1945’den bu yana) Atlantik grubunun himmet ve himayesini hayırhah saymaya icbar etmektedir. Türkiye herhangi bir işleyen mekanizmaya entegre olamazsa, ayakta kalamama korkusu içinde siyasi, sosyal ve ekonomik açıklarını kapatma çabasındadır. Türkiye’yi tehdit eden bir İran veya bir Suudi Arabistan olma tehlikesi değildir, Türkiye bir İran veya bir Suudi Arabistan bile olamama tehlikesini ürpertiyle hissetmektedir. Unutmamak gerekir ki, andığımız bu iki ülke petrol gelirleriyle en azından iaşesini temin imkanına sahiptir. Türkiye’nin ise kendinden başka yani insan gücünden başka güvenecek bir unsuru yoktur. Türkiye’deki insan da son tahlilde Müslüman’dır. Birisi kalkıp bunun tersini iddia edecek olursa, yani Türkiye’deki insanın Müslüman olmadığını söyleyecek olursa bu topraklar üzerinde niçin bir devlet bulunduğu sorusunu da cevaplandırmaktan aciz kalacaktır. Etkili ve yetkili çevreler böyle bir soruya muhatap olmamak için aralıksız bir çabayla durumu idare etme hüneri gösteriyorlar. Acaba dünya şartları böyle bir hünerin sergilenmesine ne kadar süre elverecek? Bunu şimdiden kestirmek güç olmasa gerektir. Durumun idare edilemeyeceği bir zamanın da geleceğini söylemek kehanet sayılmaz. Eğer Türkiye’nin etkili ve yetkili çevreleri durumu şimdiden göze almak dirayetini gösteremezlerse, bir gün göze alınacak bir durum da kalmamış olacaktır. Türkiye dünya sisteminin kendine tanıdığı hayat hakkı yerine, iplerini kendi ellerinde bulundurduğu bir hayat hakkı kazanamayacak olursa dünya sistemi; Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanmış kontratı iptal edecektir. Türkiye’ye bazı çıkar yolları temin edenler, bir süre sonra kendilerini çok keyfi davranma rahatlığı içinde bulup artık; ”Türkiye Müslüman bir kimliğe kavuşmadığı ve kavuşamayacağı için Türkiye’nin toprağıyla ve insanıyla yutulmasına varan yolları seyrüsefere açacaktır.” Müslüman bir kimliğe sahip çıkıp çıkmamak Türkiye için asgari varlık şartına sahip olup, olmamak mesabesindedir. Bu varlık şartı devlet için olduğu kadar, millet için, toprak için de böyledir. Bunu yetkili ve etkili çevreler herkesten daha iyi bildikleri için de Türkiye’de Müslümanlığı hak istemeyen ve sadece vazife yapan (bu zaviyeden bakılınca Cumhuriyet Türkiye’si Kemalist olmaktan ziyade Ziya Gökalp’cidir.) bir kaynak olarak kullanmaktadır. Türkiye’de İslam itikadına sahip insanların ahlaki nitelikleri dünya sistemi boyunduruğunu zevkle kabullenen birkaç tufeylinin keyfini kaçırmamak üzere kullanılmaktadır. Bu gerçek günden güne ortaya çıktıkça mevcut durumdan rahatsızlık duyanların sayısı çoğalmaktadır. İşte 1945’ten bu yana Türkiye’de artan bir hızla gelişen ve gerçekte henüz sağlıklı bir bünyenin verdiği tepkiler olarak anlaşılması gereken İslami akımlar Türkiye sosyal yapısında, devlet organizasyonunda ve piyasa ortamında yürürlükte bulunan “nimet – külfet” dengesizliğinin bir yansıması sayılmalıdır. Henüz bu akımların gündemini yaşanılan hayata “İslami İlkelerin” hükümran olması maddesi işgal etmiyor. Gündemin birinci maddesinde Müslüman bilinen insanların sosyal hayat içinde, siyasi organizasyon içinde ve ekonomik hayatta geri plana itilmiş, küçümsenen ve gerektiğinde hukuk dışı yollarla hakkı gasp edilen birer unsur olmaktan kurtulup haklarını kullanabilen birinci sınıf vatandaş olma mücadelesi yer almaktadır. Yani bugünkü çalkantı Türkiye’de İslam’ın gelmesi ile değil, Müslümanların gelmesiyle alakalıdır. Diyeceksiniz ki, Müslümanların gelmesi aynı zaman da İslam’ın gelmesi için bir başlangıç değil midir? Ne yazık ki hayır. İslam alemi şu ayrımı yapmakta. Napolyon’un Mısır’a girişinden bu yana güçlük çeker olmuştur: Bir yanda gayr-i İslami (İslam dışı) bir mekanizmanın çarkını döndürmeyi başlatacak İslami bahaneler ve diğer yanda İslami bir hayatı kendi insiyatifi içinde sürdürmek üzere gösterilecek dirayet. Birincisi, yani yaşanan hayatın önünde İslami bir mahiyet olmadığı halde ortada İslami bir bahanenin bulunuşu, bütün devlet otoriteleri tarafından aralıksız istismar edilmiş bir husustur. İkincisi, yani Müslümanların kendi hayatlarını inançları, beklentileri, üstünlükleri uğruna biçimlendirmeleri, bir bakıma bu istismarın sona ermesiyle açılacak bir yol. Şimdilik hatırda tutmalıdır ki Müslümanların gelmesi İslam’ın gelmesi anlamı taşımıyor. Çünkü İslam’ın gelmesi ancak dünya üzerinde yeni bir yaşama düzeninin kurulmasıyla anlama kavuşabilecek bir vakıadır. Böyle bir değişmeden etkilenmeyecek hiçbir “güç” yoktur, çünkü İslam’ın gelmesi dünyadaki bütün güçleri tartışma alanına sokmakla gerçekleşebilecek bir vakıadır. Bugün Türkiye’de ve dünyanın her yerinde Müslümanlar mantar soslu biftek yemek istiyorlar ve onlara verilen sadece plaj şemsiyesi ve bir boğa güreşi biletidir. Ama bir gün yanlış anlama sona erer de Müslümanların önüne biftek konursa ne olacak? Nitekim bu yönde işaretler vardır. Eğer Müslümanlar kendi sığırlarını kendileri yetiştirmeyi, kendi usulleriyle kesmeyi, kendi yaktıkları ateşte pişirmeyi ve canlarının istediği bir zamanda yemeyi başaramazlarsa gerçek anlamda bir sonuç almış sayılmayacaklar. Gerçekte mesele biftek yeyip yememekte değil, “İnsanlığın kurtuluşu yolunda bir cazibe odağı olup olmamakta düğümlenmektedir.” Müslümanlar Türkiye’de olsun, dünyanın herhangi bir yerinde olsun kendileri bir cazibe odağı olacak yerde kafirlerin şu veya bu alanda başarılı sayılan verimlerinin cazibesiyle harekete geçiyorlarsa değil İslam’ı getirmek, İslam’ın gelmesi için gereken hazırlığı yapmaktan bile uzak kalacaklardır. ( Cuma Mektuplarından Alınmıştır – İsmet ÖZEL)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)