25 Mayıs 2008 Pazar

"NEDAMET GETİRENLER ÇÖZÜM GETİREMEDİ; YOL TÖVBE EDENLERİN ÖNÜNDE AÇILACAK"

Güzellikle anlamayanlar kaldıysa, birisi onlara dayak zoruyla anlatacak. Dayak atma gücü kimde mi var? Madem dayağa maruz kalmak istemiyoruz; onu bir kalem geçelim. Biz güzellikle anlaşılmaya müsait olan neymiş, ona bakalım. Aklı olanın güzellikle anlayacağı şey Türkiye için geçerli olan düşünme ve davranış yolunun dünya için de geçerli olduğudur. Değil mi ki “Adem soyu” olarak hepimiz kovulduğumuz yere, cennete dönmek istiyoruz ve değil mi ki aramızda artık kurtuluşumuzun cennete girmek olduğunu bilmeyenimiz kalmamıştır; o halde doğru davranışı yanlıştan ayırt etmemiz “Vacip”tir. Bunun için görüldüğü kadarıyla, tövbekar olanların, istiğfar edenlerin kurtulma ihtimalinin hayli yüksek olduğunun farkına varacağız. Yine görüldüğü, görülebildiği kadarıyla, nadim olanlara, pişmanlık duyanlara kurtuluş imkanından düşen nasibin pek verimkar sayılamayacağını bileceğiz. Nedametle tövbe arasına bu kalın çizgiyi çekmek neden? Tövbe etmekle, pişman olmak hemen hemen aynı şeyler, birbirlerinin yerine konulabilecek şeyler değil mi? Değil. “Tövbe-istiğfar eden aynı zamanda pişman olmuş, nedamet getirmiş olur; oysa pişman olan insan tövbe etmiş sayılmaz ve nedamet getirene müstağfir (istiğfar eden) denmez.” Nedamet getirmenin ne mana ifade ettiğini anlamakla işe başlayalım. Çünkü insanlar işlerini çağlar boyu tövbe etmenin hakkını vermektense nadim(pişman) olmanın uyanıklığından istifade etmek suretiyle yürütmüşlerdir. Bunun böyle olduğu gerçeğine ulaşmak, aklını kullanan herkes için, “ilm-el yakiyn”, çok kolaydır. Pişman olduğumuz şeyler kurnaz davrandığımız halde olayların gidiş yönünü kestirmekte başarısız kalışımızdan dolayı ceremesini çektiğimiz şeylerdir. Yumurtalarımızın hepsini aynı sepete koyduğumuz için pişman olabileceğimiz gibi, gereğinden fazla sepet kullandığımız için de pişman olabiliriz. Ağzımızdan o kelimeleri kaçırdığımızdan dolayı nedamet getirebiliriz. Keşke o sözleri söylemeseydim deriz. Nadim olmamız sükut ettiğimiz takdirde de muhtemeldir. Hazır dilimin ucuna gelmişken hepsini keşke söyleseydim deriz. “Kısacası bizim bütün nedamet getirişlerimiz bir kazançtan mahrum bırakıldığımıza kanaat getirdikten sonra gerçekleşir.” Birinin kalbini kırmış olmaktan ötürü nadim olmuşsak bu, onun bize yumuşak davranmasının gereğini hissettiğimiz günün doğuşundan sonradır. Yani nedametin, pişmanlığın terbiyevi, ıslah edici, tekamül ettirici(kemale erdirici) bir yönü yoktur. Giderek nedamet;”hataların daha büyük hatalar doğurmasına sebep olan faaliyet alanını genişletir. Oysa “Tövbe” hassaten terbiyevidir. Biz kabahat saydığımız, günah olduğunu öğrendiğimiz, bizi suçlu mevkie düşüren her ne ise onu bir daha yapmayacağımızı bildirerek tövbe ederiz. Tövbe ile, küçük veya büyük, bütün insanlar Allah’tan af dilerler. Allah’tan af dilemenin manası ıslah olunma yolunu açmaktan başka bir şey değildir. Tövbe eden işlediği hatayı tekrar etmeyeceği gibi, hata işlemenin daha da nadir ve müşkül olduğu bir yaşama tarzını seçme tavrını benimser. “Yani tövbe arındırır.” Öte yandan, nedamet insanları bir hatayı işlemelerinden ötürü kendilerinin zarar görmeyecekleri bir bilince sevk eder. Nadim olan bir tuzağı atlatabilmek için öyle manevralar yapar ki bütün yaptıklarının başlı başına bir kapan(tuzak) olduğunu fark edemez. Tövbe eden tövbe edişinde başarısızlığa uğrayabilir. Tövbesini bozanı çok görmüşüzdür.”Lakin tövbeyi bozmak insanı bir kez daha tövbe etmeye yaklaştırır.” Belki daha bir arınmanın ihtiyacı belirir insanda. Tövbe ile nedamet arasındaki kalın çizgi en çok bu durumlarda belirginlik kazanır: ”Pişman olanın pişman olduğuna pişman olduğunu düşünün…Bariz bir ahlaki teşevvüş (karışıklık) ve akabinde düşüş söz konusudur artık.” İnsanlığın “modernlik” yaftası altında benimsedikleri yaşama tarzı başından beri hem “modern” olmayı hayırhah sayanlar tarafından, hem de tabiatıyla modernlik uygulaması yüzünden bir felakete duçar olunduğunu ileri sürenler tarafından eleştirildi. Türkiye her iki tarafın da eleştirisine bigane(ilgisiz) kalarak modernliği bünyesine yansıtmaya çabaladı. Dünyada ve Türkiye’de bol miktarda modernlik yüzünden nedamet getiren insana rastlayabilirsiniz. Modernlik seline kapılınması sebebiyle tövbe edenlere rastlamak pek zordur. Çünkü tövbekarlar orada neces(pislik) gördükleri için toplumun itibarlı alanlarına yanaşmaz, toplumun itibarlı alanlarını işgal edenler de arınmaktan ürktükleri için tövbekarlara toplumun itibarlı alanlarında yer açmazlar. Modernleşme süreci boyunca “nedamet” esas tavır, “esas duruş” olarak karşımıza çıkmaktadır. Karşımıza çıkmayan ise “tövbe”dir. Batı’da geçerli düşünme biçimine aşina olanlar bilir ki Batılılar asırlardan beri politik, sosyal, ekonomik tercihlerinin husule getirdiği duruma bakıp: “Tüh! Bu sefer de tutturamadık!” der gibidirler. Batı medeniyetinin sürekli kararsız denge tercihinde bulunması, attığı her adım sebebiyle nadim olması ve aynı yönde önceki hatalı adımları telafi edebilecek özellikte daha iyi bir adım atabileceği iddia ve inancından hiçbir şey eksiltmek istemeyişindendir. Türkiye ağır hata yükünü yüksünmeden Batı medeniyetini hal-i hazırda, hem sadakatle hem ısrarla takip ediyor. Neden böyle yapıyor? Bu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal etmiş en kallavi mirastır. Cumhuriyet idaresi Osmanlılardan tövbeye yanaşmama; ama buna mukabil olabildiği kadar pişman olma alışkanlığını devraldı. Bu alışkanlıkla toplum tepeden tırnağa değişime zorlandı, bu alışkanlıkla beynelmilel ilişkilerde bir yörünge benimsendi. Biz “Türkler” nadim olanlardan değiliz. Biz “Türkler” tövbe edenlerden teşekkül ediyoruz. Müşekkel (şekli, yapısı, kalıbı gösterişli olan) bir Türk göremediğinizi bir şikayet olarak dile getirebilirsiniz. Haklı bir şikayettir bu. Tövbe edenler biz “Türkler” olduğumuz için tövbesini bozanlar da hep biz “Türkler” içinden çıkıyor. Hatırlamakta fayda var ki tövbeyi bozmak yeniden tövbe etmeye engel değil. Ne olursa biz “Türkler” aleyhine bir hasmane gözetim altında oluyor. Bu sebepten ötürü kaç kişi idüğümüz kadar kaç kişi kaldığımız da bir muamma. Bu saatten sonra muammayı çözebilir de tanışmayı başarabilirsek, meselemizin ne olduğu konusunda bir anlaşma zemini oluşturabilirsek, neye, ne sebeple, ne derecede katlandığımız konusunda zihnimizde bir sarahat belirirse biz “Türklerin” önünde bir yol açılacak. Yolun açılabilmesi tövbekar olan biz “Türklerin” nedamet getirenlerle aynı kap ve kalıpta telakki edilmeyişi şartına bağlı. Tövbe edenlerin önlerinde açılan yolu yürüyebilmeleri için sadece kendileri olmaları yetiyor. Tövbe ettikleri, arınma sürecini başlattıkları için nedamet getirenlerle şöyle veya böyle bir ittifaka mahkum değiller, hareket serbestisi elde etmelerinin temeli sayılabilecek türden icazetler sağlayabilmek için bir uzlaşmaya mecbur değiller, yürüdükleri yolda ilk adımı dünyadaki hegemonyayı reddederek attıkları için dünyanın güç odaklarının hoşgörüsünden yararlanmaya ihtiyaçları yok. Akıl sahibi herkes biz “Türklerin” yolundaki haklılığa akıl erdirecek durumda olmalıdır. Yoksa onlara akıl sahibi denmez. Biz “Türkler” etrafımıza bakıyoruz ve bütün nedamet getirenlerin tövbekar taklidi yaptığını görüyoruz. Aslı taklidinden ayırma ehliyetine kavuştukça “Türk” oluyoruz. Oluyoruz da ne oluyor? Gösterilirse göreceğiz… Bizi Yaratan yanlış bir çağda veya yanlış bir yerde yaratmış olamaz. Öyleyse kendimizde nizam verici bir güç vehmetmemiz için hiçbir mazerete sahip değiliz. İçinde bulunduğumuz şartlarda doğru olanı tefrik etme (fark etme) imkanından mahrum olamayız. Mahrum olsaydık mükellefiyetlerimiz olmazdı. Tövbe ettiysek görüşümüzün nasıl berraklaştığını da fark etmiş olmalıyız. Bütün görüş bulanıklığı pişman olmaktan, nedamet getirmekten doğuyor. Daha iyi bir oyun sergileme peşinde olanların hüsrana uğrayacakları bir düzenekle karşı karşıyayız. Oyuna dahil olduğumuz için tövbekar olacaksak, tam sırası… ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

14 Mayıs 2008 Çarşamba

"TÜRK; AMA TÜRKÇÜ DEĞİL, MÜSLÜMAN; AMA ŞERİATÇI DEĞİL"

Yaşamakta olduğumuz söylenilen, içinde bulunduğumuzu sandığımız zaman dilimi bir ülke olarak Türkiye’nin tarihteki hangi evresine tekabül ediyor? Türk ülkesinin nereden gelip nereye gittiği bilinseydi şimdi nerede olduğuna şıpın işi ( derhal, hemen ) karar verilebilirdi. Bir gelişme aşamasından mı söz etmelidir? Zevalin bir basamağından diğer bir basamağına inişine mi tanıklık ediliyor? Bir tür “fetret devri” mi geçiriliyor? Zihnini bu tarz sorularla meşgul eden, “Yalova Kaymakamı’nın” akıbetiyle yakından ilgili böylesi sorulara cevap bulayım diye mesai harcayan var mıdır? Varsa kimlerdir bunlar? Andıysam bir ülke olarak Türkiye’yi andım, değil mi? Sözüme bir millet olarak Türkleri anarak başlamadım. Bir millet olarak Türklerin tarihteki yeri bir ülke olarak Türkiye’nin tarihteki yerinden hangi bakımdan ve ne ölçüde ayrı tutulabilir? Derin mesele. Milleti hiç işe karıştırmasak, sadece ülke olarak Türkiye’yi hesaba katsak sözünü ettiğimiz şeyin bir coğrafi varlık mı, yoksa o coğrafya alanına söz geçiren teşkilat gücümü olduğundan emin olamayacağız. Bir toprak parçasına mı Türkiye diyoruz; yoksa bir devlete mi? Bir muamma değil bu. Bir toprak parçasının “vatan” haline gelmesiyle Türkiye adlandırmasının geçerli kılındığını fark etmek için üstün zekalı olmaya gerek yok. Ancak devlettir ki bir toprak parçasını o “vatan” haline getirebilir. Namık Kemal’in içine düştüğü tereddüt giderildi. Şair “Vatan yahut Silistre” demişti. Şimdi Silistre Türkiye sınırları dahilinde değil. Demek ki “vatan” buymuş. Demek ki üzerinde yaşadığımız topraklara Türkiye diyebilmemiz oralarda Türk devletinin söz geçirebilir durumda bulunmasıyla mümkünmüş. Mesele belki bu noktada çatallaşıyor. Devletin devletliğine kimsenin itirazı yok. “Devlet söz geçirebilirlik vasfını kimden alıyor ve gücünü kimin adına kullanıyor?” diye sorduk mu muhtemel cevaplara çok sayıda itirazın yönelmesi gecikmeyecektir. Devlet devletliğine bir etnik özellik temelinden yükselerek mi kavuşmuştur? Devlet kendi geçerliğini bir dinin koruyuculuğuna mı tevdi etmiştir? Devlet teşekkülünü “la-yuhti”(hatasız) bir toplumsal sürece, yakıştırmaları uygun düşüyorsa ümmetten millete geçiş sürecine mi borçludur? Türkiye’nin tarihteki hangi evreye tekabül ettiği konusu bir mutabakat konusu değil. Neden? Çünkü dünyanın egemen güçleri Türkiye’nin herhangi bir şeye tekabül etmesine rıza göstermiyor. Türkiye’nin elde edeceği mütekabiliyet Türkiye’nin kalıcılığının nişanesidir. “Hasta Adam” adlandırmasından itibaren Türkiye’nin varlığını arızi sayan dünyanın egemen güçleri Türkiye’nin gidiciliği hesabıyla hareket ediyor. Türkiye’nin tarihteki yerinin tespiti son dakikada bile olsa bir kez gerçekleşti mi, Türkiye’nin götürüldüğü yerden tekrar nereye geleceği şimdiden belirlenmiş olacaktır. Dünyadaki büyük güç odaklarının hizmetinde olanlar sıra herhangi bir vesile ile Türkiye’nin meselelerini konuşmaya geldi mi söylemler içinde “vatan, millet” kelimelerinin geçmesini istemezler. Çünkü bu kelimeler kullanıldığı zaman birinin vatanın ruhça tasrihini(açıklığa kavuşturulmasını), milletin bedence tasrihini isteyeceğinden korkarlar. Gerek vatan kelimesine ve gerekse millet kelimesine getirilecek sarahat devletin karakterine getirilecek sarahati gerektirecektir. Bütün bu konularda Türkiye’nin geçirdiği oldubittilerin sorgulanması statüko’nun mezarını kazmak üzere toprağa kazma indirilmesi anlamına gelmektedir. Statüko(düzen) hayatiyetini kavramlardaki bulanıklığa, dolayısıyla dünya hayatını Türkiye’de idame ettirmek zorunda kalan insanların zihin kapasiteleri bakımından olduğu kadar ahlak telakkileri bakımından da düşük düzeyde seyretmelerine borçludur. Bu ülkenin kaderiyle bir şekilde ilişkilendirilmiş kimselerden kimliklerini ifade edecek beyanlar beklediğiniz zaman rahatlıkla onların ağzından “Türk oldukları; ama Türkçü olmadıkları, Müslüman oldukları; ama Şeriatçı olmadıkları” ifadelerinin döküldüğüne şahit olabilirsiniz. Tersinin vukuuna da şaşmamak gerekir: Söylediklerine göre “Türkçüdürler; ama Türk değildirler. Şeriatçıdırlar; ama Müslüman değildirler. Türkçü bir siyaset gütmenin dünyadaki güçler dengesinde kendi lehine bir ağırlık doğuracağını düşünen herkesin Türk olmasını şart koşamayacağımız gibi toplum hayatını İslam şeriatına uygun kayıtlar altına almaktan yana çaba gösteren kimseler de kendilerini aynı kayıtlar altında hissetmek zorunda değildir. Geride bıraktığımız yüzyıl içinde;“Türkçü Almanlar da, Şeriatçı Protestanlar da” ortalıkta cirit attı. Durumu tuhaf, gülünç, acıklı bulabilirsiniz. Lakin madalyonun diğer yüzündeki dramatik öğe tahammül sınırlarını zorlayacak özelliktedir. Öyle kimseler vardır ki Türk olmasından ötürü kendisine Türkçülüğün yakıştırılacağı korkusuyla tiril tiril titrer. Öyle kimseler vardır ki Müslümanlığına toz kondurmak istemediği halde kendisinin şeriatçı sanılacağı şartlar altında soğuk terler döker. Türk olmadıkları halde Türkçülük yapanların, Müslüman olmadıkları halde halkının çoğunluğu Müslümanlardan oluşan toplumlarda hayatın “İslam şeriatına” uygun şartlar altında cereyan etmesini savunanların neden böyle yaptıkları sorulacak olursa doğru cevaba ulaşmak pek zor olmayacak. “Bunlar asıl büyük amaçlarına ermek için kendilerinin değil, başkalarının kanını kullanmayı gerekli sayanlardır.” Soğuk Savaş sırasında Sovyetlerin güç kaybetmesini istemekle Türkçülüğün güç kazanmasını istemek müteradifti(aynı manaya gelen). İslam şeriatının eksiksiz uygulanmasını istemekle Batı Medeniyeti’ne karşı durma imkanı sağlayan bir siyasi çözümden uzaklaşmak, vazgeçmek de müteradiftir(aynı manaya gelir). Buradan kalkıp ulaşacağımız sonuca dikkat edilmelidir: “Türk, Türkçü, Müslüman, İslamcı” nitelendirmeleri hem kimin bunları ağzına aldığı ve hem de söyleyenin neyi kastettiği bilindiği taktirde bir anlam kazanabilmektedir. Üstelik bu nitelendirmelerin hangi gaye ile dile getirildikleri açıklığa kavuşmadıkça doğru anlaşılmasına imkan yoktur. O halde karşımıza çıkan “Türk, Türkçü, Müslüman, İslamcı” kelimelerine bir zaman ve mekan tayin etmemiz onların neyi ifade ettiklerini anlamamıza yetmez; Bir de bu kelimelerle neyin inşa edilmek istendiğini bilmeliyiz. Her çağda olduğu gibi günümüzde de hangi kelimelerin parlatılmasına özen ve hangi kelimelerin sönük kalmasına rıza gösterildiğine bakıp kimin ne gibi işler peşinde koştuğuna dair bir fikir edinme kolaylığına sahibiz. Geçerli kelimeler “metropolün” seçtikleriyse bunun bizi “metropole hizmet edenlerin” hoşlanacakları bir yere götürüşüne şaşmamak gerekir. Üzerinde yaşadığı toprakların gönenmesini(yıkanmasını), arasında yaşadığı insanların gönence(temizliğe) kavuşmasını dert edinen bir kişi metropolün kirletilmiş havasını solumaktan korunabilmek için derdi sebebiyle seçtiği kelimelerden bir atmosfer oluşturmak zorundadır. Ne var ki bu kelimelere “şartları ve niyetleri göz ardı ederek” anlam yükleme tutumuna kıskançlıkla bağlılık gösterilirse dayatmaları fark etme kolaylığının zorluğa dönüşmesine yol açılmış olur. Kalkış noktamız “Türk-İslam sentezi” denilen şeyin bir mugalata(yanıltıcı iddia) olduğudur.Çünkü Türk bizzat ve bizatihi sentezdir. Müslüman olma vasfını Türk olma vasfından ayırmak için hangi ölçünün kullanılabileceği belli değildir. Nitekim geçmişten bu güne Türklüğünü taşıyabilmiş kavimlerin sadece İslamiyet’i kabul eden kavimler olduğu diğerlerinin ya Finler, Estonyalılar, Macarlar, Bulgarlar gibi Türk karşıtı bir kimliği benimsedikleri veya rast geldikleri birçok kavmin içinde eriyip gittikleri genel kabul gören bir yaklaşımdır. Halen İsrail işgali altında bulunan Golan tepelerindeki Türkmen boylarının tamamen Araplaştıkları ve İç Asya’dan Doğu Anadolu’ya intikal edenlerin mühim bir kısmının da Kürtleştikleri göz önüne alınacak olursa Türklüğün ve Türkleşmenin kaynağını bir kandaşlık-soydaşlık meselesinde değil, benimsenen bir siyasi tutumda aramanın akliliğine ulaşmak zor olmayacaktır. Bu benimsenen siyasi tutum sadece bir inanç sistemi içinde yer almayı intac (netice, sonuç) etmiyor. “Türklük İslam’ın izzetini koruma sorumluluğunu hissetmekle başladı ve Türklüğün bu güne kadar gelişi sadece bu özelliği sebebiyledir.” İslam’dan soyutlanabilecek bir Türklüğü dile getirenler güttükleri siyaset itibariyle Türkler üzerinde iğdiş edici bir operasyon yapabilme şartlarını hazırlayanlardan başkaları değildir. Bu bağlamda Türklüğü Müslümanlıktan ayırmak Türk topraklarını yağmalamak isteyenlerin ürettikleri ideolojinin bir parçasıdır. Eğer ben geçmiş yıllarda söylediklerim arasında Türklüğü Müslümanlıktan ayrı tutan bir ifadeye yer vermişsem bunun sebebini Türklüğün Türkiye aleyhine kullanıldığı şartların içinde bulunmamda aramalıdır. Türklüğün imdadına Müslümanlık dışında kalan hiçbir yer, hiçbir şey erişemeyecektir. İslam’dan yalıtılmış bir Türklüğün ilk mahvedeceği unsur Türk’ten başkası değildir. Herkim “Ben Müslüman’ım; ama Türk değilim” diyorsa, o kimse çeşitli operasyonlar aracılığıyla Türkiye’nin emperyalizmin dişine uygun bir lokma haline getirilmesine onay vermiş bir kimsedir. Herkim “Ben Türküm; ama Müslüman değilim” diyorsa o kimse Türkiye’nin hem bir devlet, hem de bir millet olarak tarihsiz ve dolayısıyla talihsizliğinden duyduğu memnuniyeti ifade eden bir kimsedir. ( Cuma Mektuplarından – İ.Özel )

TÜRKLÜĞÜN ŞARTI BEŞTİR

Çağlardan beri, Adem aleyhisselamın dünyaya bırakılışından beri, işler olacağına varır. İşleri yapanların sahiciliği de, yalancılığı da süreç içinde kendini gösterir. Geçmiş ve şimdi karşılaştırması içinde sözünde durmamışlık görünüşü arz eden kimseler olduğunu fark etmişsek onların meğer hiç söz vermemiş kimseler olduklarını, sözünde durmayanların gerçekte söz vermeyecek derecede düşük kıratta yaratıklar olduğunu anlarız. Neden böyle olur? Çünkü bütün insanlar içine bırakıldıkları şartlardan husule gelmiştir. Belli şartlardan nasıl insanlar hasıl olduğu da o insanların verili şartları nasıl değerlendirdiğinden kolayca anlaşılabilir. Bakınız son Osmanlı paşalarının bina ettiği Cumhuriyet neyin niçin yapıldığına akıl erdirmekten aciz kimselerin elinde kaldı. Cumhuriyet banilerinin(inşa eden) yaşadıkları günlerin içinde yaşanacak olağan ve olağanüstü günler saklı idi. Dün-Bugün-Yarın caddesinde birçok çizgi var. Çizgilerden hangisinin baskın çıktığı veya çıkacağı bir sahiplenme meselesi. Hangi çizgi güçlüce sahiplenilirse diğerleri sönük kalıyor. Son on yılda milletin millet olma vasfı hiçe sayıldığı ve dolayısıyla devletin sorgulana-bilme imkanı sıfıra indirgendiği için toplum hayatımızda acilen ve şiddetli bir kimlik yoklamasına gerek doğdu. Kimlik yoklaması gerekli olduğu derecede korkutucu. Korkunun ecele faydası yok. “Türkiye Türklerindir” şiarı yürürlükte kalsın isteniyorsa “Türklerin” kimler olduğu sorgulanmalıdır. Bu ülkede bitkiler ve hayvanlardan ötede insanların da bulunduğu kanıtlanacaksa bunun bir “dün-bugün-yarın” hesaplaşması geçirmeden yapılması imkansızdır. İnsan topluluklarının millet vasfı kazanmış olmaları onların bir tür bitki yığını durumu arz etmekten, cins bir hayvan sürüsü özelliği taşımaktan kurtulduklarının işaretini verişlerinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin bugünkü yetkili ve etkili eşhası kendilerine neler olduğunu, başlarına neler geldiğini soracak kuvvetten mahrumdur. Onlardaki bu mahrumiyet Türk topraklarında gözü olanların işini kolaylaştırıyor. İnsanları (her birimiz o insanların içindeyiz) “flora ve fauna”(bitki örtüsü ve hayvanat) muamelesine tabi tutmak isteyenleri böyle bir niyet beslediklerine pişman etmek lazım. Biz Türkler Türkiye’nin bitki örtüsü değiliz. Biz Türkler ne Türkiye de hayatını sürdürmek mecburiyeti altında bırakılmış av hayvanlarıyız, ne de Türkiye’nin ağıllarını doldurmak ve vakti gelince sağılmak üzere burada bulunuyoruz. Bizim burada bulunuşumuz Türkiye’nin düşmanlarına düşmanlık göstermekle bir anlam kazanıyor. Türklüğün taşıdığı anlamı örtmek isteyenler kendi paçalarını kurtarabilmek için yabancılardan yardım bekliyor. Beynelmilel standartların herkes için kurtarıcı olacağı telkin ediliyor. İşte sırf bu yüzden bir aksilik çıkarmak gerekiyor. Bu yüzden ben düşmanlarımın ve düşmanlarımızın işini elimden geldiği kadar zorlaştırayım diye “başıma ne işler geliyor” sorusunu soruyorum. Bu soruyu, hangi yaşta olursanız olun, siz de sorun. Bu sorunun benim için henüz vakti gelmedi veya bu soruyu kendim için sormanın vakti çoktan geçti demeyin. Allah’u Teala’nın sizi hangi şartlar altında bıraktığına titizlikle vakıf olmak zorundasınız. Çünkü kulluğunuzu yerine getirmek istiyorsanız ancak o şartlar muvacehesinde yerine getirebileceksiniz. İnsan ömrü ya nimete şükran veya nimete küfran(nankörlük) ile geçer. Yarın size ve hepimize “verdiklerimle ne yaptın” sorusu sorulacak. Türk halkının “şark kurnazı” uyruk vasfını terk edip sorumlu yurttaşlar haline gelmesinin en geniş, en ferah yolu İslamiyet’in toplum hayatını düzenleyen eksen olduğu gerçeğinin toplumun karar mercilerinin ikrarıyla açılabilirdi. 1973 ile 1993 yılları süresince Türkiye’de bu yolun açılabileceği izlenimi uyandırıldı. Türkiye’de sosyalizmi işlemez hale getirmek için züppeliği devreye sokmak yeterli olmuştu. Türkiye’de İslamiyet’i işlemez hale getirmek için Türkiye’deki hakim zümrelerin küçümsediği bir kesim insanın “ma-sivaya”(Allah’tan başka her şey) olan tapınmalarını harekete geçirmek yetti de arttı bile. Türk halkında bir miktar sosyalizm beklentisi uyanmışsa, onu heba etmenin önemi büyük değildi. Sosyalizmi benimsemiş bir Türkiye modernleşme tasarımında eriştiği başarıyla tatmin olmanın ötesine geçemezdi. Oysa Türkiye’de uç veren “İslam uyanışının” boşa çıkarılması dünyanın büyük güç odakları hesabına çok önemliydi. Çünkü Türkiye’deki İslam uyanışıyla birlikte dünya tarihinin akış istikametine doğrudan etki edebilecek ihtimallerin cesamete kavuşacak gücü kazanabilecekleri ayan beyan ortadaydı. Türkiye’de İslamiyet’in işlemez hale getirilmesiyle bir yandan Batı Medeniyeti’nin nüfuz alanları siygaya çekilmekten kurtuldu; bir taraftan da İslamiyet’in Grek-o-Romen, İbrani-Hıristiyan modernleşme karşısında bir model geliştirme fırsatından imtina edilmiş oldu. Durum bütün insanlığı Türklüğün tarihi yüküne talip insanların belirip belirmeyeceği noktasına sürükledi. Bu noktadır ki; Globalleşme karşıtlarından Arjantin’deki dolar mağdurlarına, Afganistan’ı medeniyete eklemlemek isteyenlerden Filistin’deki intihar eylemlerine yorum getirmekten aciz olanlara kadar herkesi Türk olmanın dünya karşısında hangi tavrı benimsemeye denk düştüğü konusunda sarih bilgiler edinme zarureti karşısında bırakıyor. Dünyanın karanlık işleri sarih bilgilerden uzak durulduğu nispette sürat kazanıyor. Dünya karanlık. Dünya zahmetli. Türkiye yasaklı. Türkiye rahatsız. Benim dilimin altındaki baklayı çıkardığım günden itibaren “Türklük eşittir Müslümanlık” şeklinde takdim ettiğim reçete süreç içinde başlıca iki zümrenin rahatsızlık çekmesine sebep oldu: 1) Türkiye’deki Kürt, Laz, Gürcü, Çerkez, Arnavut ve sair kavimlerin milliyetçileri benim sunuşumu hareket serbestileri karşısında uygulanan bir engellemeyle eş tuttular. 2) Geçimini kozmopolit kültürün Türkiye’ye olan hakimiyeti yoluyla sağlayanlar ise değirmenlerini döndüren suyun nereden geldiğinin sorulacağından korktular. Menşei sorulduktan sonra o suyun geldiği yolun tıkanması işten bile değildi. Güvencelerini “gayri-Müslim” ve “gayri-Türk” odakların sözünü tutmada bulan her iki kesime mensup kişiler “Türklüğün Müslümanlık”, “Müslümanlığın Türklük” olarak benimsenmesi halinde Türkiye’de bazı taşların yerlerinden oynayacağını biliyor. Ya o taşların yeni yeri, yahut o taşların eski yerlerinde bıraktıkları boşluk yüzünden zarara uğrayacakları kesindir. Zihnimizde açıklığa kavuşturmamız gereken ilk mesele “Türklük eşittir Müslümanlık” reçetesinin bir hegemonya tesisine alet olup olmadığı veya müesses hegemonyaya destek olup olmadığıdır. Reçetenin insan ilişkileri terazisindeki hegemonya kefesine az da olsa bir miktar ağırlık eklediği vaki ise onu derhal, hiç tereddüt etmeden çöpe atalım; ama eğer bu reçeteyi ret yolunda çaba harcayanların reçete aracılığıyla kazanılacağında katiyet bulunan özgürlük aleyhine faaliyet gösterdikleri fark edilebilirse o zaman “Türklük ayrı Müslümanlık ayrı / Türklük başka Müslümanlık başka” diyen herkesi çöpe atmamız vacip olacak. Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor.Türkler günde beş vakit Namaz kılarak dehrin(alemin) çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şahadet ediyorlar. Türkler her şeyin Kelime-i Tevhid ile başladığını, Kelime-i Tevhidin her şeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlıdır. Türkler Zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? KİMSE TÜRKLÜĞÜN ŞARTLARINI YERİNE GETİRMEDEN TÜRKLÜK DAVASI GÜTMÜYOR ZATEN. ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

3 Mayıs 2008 Cumartesi

DOSTLUKTA GÖZETİLEN MENFAAT DOSTLUĞUN ÜRETTİĞİ MENFAATTİR. "Gaze-i attar ile gelmez acuze intizam. Asrımızda sıdk u gayret ehli bulmaz ihtiram"

Şimdiye kadar ne yazdıysam bunu bir dostluk bağı kurabilmek için bir ip fırlatmak anlamında yaptım. Yani benim fikirlerim benim fikirlerim olmaktan çıkmalıydı. Düşüncede “dost oluşun” yerini tutabilecek diğer bir insan başarısı yoktur. Bilim, felsefe, sanat alanında üstünlük en sarih(açık) anlaşmanın sağlanmasıyla varılan üstünlüktür. En sarih anlaşma dostlar arasındaki anlaşmadır. Dostluğun olduğu yerde tahakküm olmaz. Dostlar birbirine yük olmaz. Dostlar arasındaki ilişki serf-senyör(köle-efendi) ilişkisi değildir, işçi-patron ilişkisi değildir. Dostluk için en az iki yetişkin, özgür, bağımsız şahsiyet gereklidir. Dostluk tarafların dostluktan başka şeye ihtiyaç duymadıkları şartlarda doğar. Bu demektir ki modern çağın “sözleşmeye dayalı” insan ilişkileriyle “dostluk” birbirine taban tabana zıttır. Dostlukta gözetilen menfaat dostluğun ürettiği menfaattir. Sadece biri diğerini gözden çıkarmayanlar dosttur. İhtiyaten dost olunmaz. Muvakkaten dost olunmaz. İdareten dost olunmaz. Benim fikirlerim veya bir başkasının fikirleri dostluk tesisine yaramadıysa hiçbir şeye yaramıyor demektir. Dostluk bağları ihdas etmediği halde yaygınlaşan ve etki uyandıran fikirler kendilerinde mündemiç(saklı olan) bir zararı zaman ilerledikçe enine boyuna çoğaltır. Yani insanlar dostluk getirmeyen fikirleri yürürlüğe koydukça kendilerine dokunmayan zehirli yılanın bin yıl yaşaması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya başlamışlardır. Dostluk gücü sağlamayan fikirlerin taşıdıkları değer bakımından birbirlerine üstünlük taslamalarına ne gerek, ne de imkan vardır. Fikirler dostluk dinamosu gibi olmadıkları taktirde insanların insanlara tahakküm ettikleri bir yapıyı sağlamlaştıran ve o yapı ile birlikte sertleşen çimento gibidirler. Dünyada heybetli duruşunu insanların insanlara tahakkümüne borçlu bir yapı var. Medeniyetler medeniyetlere, kültürler kültürlere, devletler devletlere, milletler milletlere, şirketler şirketlere, ordular ordulara, cinsiyetler cinsiyetlere, aileler ailelere, aile fertleri aile fertlerine tahakküm ediyor. “Benim bütün fikirlerim insanların insanlar üzerinde gerçekleştirdikleri tahakkümün ancak insanların insanlarla kurdukları dostluk aracılığıyla ortadan kalkacağına matuftur.” Son aylarda “dostluklara can katma” arzusuyla içine girdiğim faaliyet fiyaskoyla son buldu. Ömrümün bir çok evresinde olduğu gibi yapılmasını doğru bulduğum şeyi denediğim için çok memnunum. Hiç olmazsa sesimin hangi kulaklara ulaşamadığı konusunda daha çok bilgiye sahibim. Fikirlerimle karşılaştıkları zaman canı sıkılanlar sıkılacak kadar canları kaldığı bilincine ermiş oldular. Peki, “nerede dostluk?”İşte o, civarda görünmüyor. Fiyasko dediğimiz budur zaten. Fikirler serdedildiği zaman rakik(ince hisli, nazik, narin) olan her şeye darbe indirilmiş olmayacaktı. Fikirler her şeyi eskisinden daha rakik kılmalı değil miydi? Bu kabalık üzerine yeni bir kabalık eklemeye niyetim yok. Fikirlerimin müdafaası için kıyasıya bir mücadeleye atılmayacağım. Fikirlerimin galebe çalması uğruna bir kavgaya girmeyeceğim. Fikirlerim uğruna ölmeyi istemeyeceğim. Herkesin karşımda esnediği, gerindiği veya mücevherlerini şıngırdattığı bir sırada benim fikirlerim uğruna ölmem herhalde çok gülünç olurdu. Olmaz mıydı diyorsunuz? Diyelim ki ben fikirlerim adına bir kavgaya tutuştum... Vuruşmam kimlerle olacaktı? Hangi fikir sahiplerini alt etmeyi deneyecektim? Yaşadığımız kültür hercümerci sebebiyle Türkiye’nin düşünce çevresine giren unsurlar iki öbekte toplanabilecek özelliktedir. Öbeklerden birinde; Avrupa fikriyatıyla kallavi olmuş temsilcilerin Türkiye’deki bayiliğini yapanlar vardır. Bunlar fikirler dünyasının konfeksiyoncularıdır. İkinci öbeği; Avrupa fikriyatının Türkiye için hazırladığı programda rol kapmak isteyenler teşkil eder. Bunlar fikirler dünyasının taşeronlarıdır. Eğer ben fikirlerimin müdafaasıyla meşgul olursam konfeksiyoncu ve taşeronlara muhatap olmaktan başka çarem yok. Karşıma ne usta bir terzinin, ne de işini bilen bir mimarın çıkma ihtimali var. Fikirlerimi bayraklaştırarak illa dediğim dedik, çaldığım düdük siyasetine saplanacak olursam yaptığım hatalı bir çıkışın sonucu olarak hayatıma düşmanlarımın hizmetçiliğini üstlenmiş bir yamağın son vermesi işten bile değil. Uğruna ölünecek şeyler hayatımızı borçlu olduğumuz şeylerdir. Hayatımı fikirlerime borçlu değilim. Belki bazı insan ilişkileri hayatımı borçlu olduğum şeyler arasında sayılabilir. Rabıtası (bağlantısı) olmayana insan diyemeyiz. İnsanlarla kurduğumuz ilişkilerin hangileri dostluğun kapısını aralayacaktır? Fikirler bunu iskandil (esasını, saklı tarafını araştırmak) etmemiz için en elverişli şeylerdir. Fikirlerimin müdafaası için ilave bir gayret içinde olmayı geride bıraktım; Ama bu, fikirlerimi serdetmekten vazgeçtim veya fikirlerimin alanını daraltacak bir geri adım attım anlamı taşımıyor. “Bundan böyle sadece aramızda gönül bağı olmasını güzel bulanlarla fikir teatisi yapabilecek bir ortamı kollayacağım.” Sadece azarlanmaya müstahak olanlar da bizi seyredebilir. Bunu hoşgörüyle karşılıyorum. ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )