Müslüman abdestli olmayı silahlanmak sayar. Yani, bizim böyle silahlarımız; karşı silah üretilemeyecek, onlar karşısında kendi cinsinden silah üretemedikleri silahlarımız var.
Biz Müslüman olmamız hasebiyle öyle silahlara sahibiz ki düşmanlarımız onları etkisiz kılacak karşı silah üretemiyorlar. O yüzden hep avantajlı durumdayız. Bu bilhassa hicretten beri böyle.
Halihazırda biz üstünlüklerini inkar etmiş bir toplumuz.
Bizim hicri takvimi terk etmemiz şerefimizi inkar etmemiz anlamına gelir.
Çünkü, bakın bir miladi takvim var. Milat olarak İsa Aleyhisselam’ın doğumunu… Biz İsa Aleyhisselam diyoruz ama onlara göre Tanrı’nın tarihe girişidir. Yani, normal olarak Tanrı tarihe girmiştir. ‘Bunu sıfır yılı kabul etmeyeceğiz de ne yapacağız’ diyorlar. ‘Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki biricik oğlunu oraya gönderdi.’ Bu İncil’den bir cümle. Şimdi bu …lar miladi takvim yapmışlar ondan sonra bakmışlar ki sıfır olarak kabul ettikleri yılda İsa Aleyhisselam dört yaşında.
Yani, böyle bir şey. Tetkik sonucunda ortaya çıkıyor. Böyle bir takvimi var onların. Her bakımdan başarısız bir takvim. Şu anda Gregoryan takvim kullanılıyor fakat ondan önce Juliyan takvimi kullanılırdı. Ve onu en son terk eden İngiltere ve Rusya’dır. Bu yüzden Rusya’da Kasım ayında vuku bulmuş ihtilâle “Ekim Devrimi” denir; Güney Almanya’daki “Oktober Fest” Eylül ayı içinde kutlanır.
Yani böyle ...ak bir takvim.
Biz bunu hicri takvimin yerine koyduk. Hicri takvimin üstünlüğü daha dakik olması bakımından değil Mekke’den Medine’ye hicretin sıfır kabul edilmesi yüzündendir. Ne demek?
Yani, biz Allah’a kulluğun üstünde hiçbir değerin yer almadığı hakikatini, insani değer kabul etmiş olmamızın, en belirgin, en bariz noktasını sıfır noktası kabul ediyoruz.
Hicret dediğimiz olay Resulullah’ın davasından vazgeçmemesi üzerine cereyan etmiş bir olaydır. Yani, ona Mekke’nin ileri gelen müşrikleri dediler ki: ‘Kadın istiyorsan en güzellerinden seç al, eğer servet istiyorsan aramızda toplayıp sana verelim, eğer reislik istiyorsan bundan sonra senin sözünden hiç çıkmayalım; yeter ki La İlahe İllallah Muhammed en Resulullah davasından vazgeç.’ O ne dedi: ‘Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz davamdan vazgeçmem.’ Hicret bu sebatın sonucudur. Yani Allah’a kulluğun insanın varabildiği en yüksek şey olduğunun tescilidir.
Çünkü, Mekke müşrikleri ne Mekke’de yaşamalarına ne de Medine’ye Hicret etmelerine göz yumuyorlardı. Yani, Hicret bu derece vahim bir şeydi.
Yani, biz en azından rıza göstermediğimizi, küfre boyun eğmediğimizi, küfrün hiçbir yönü itibariyle istifadeye mazhar olmadığını söyleyen bir pozisyonu aldığımızda oraya buraya saldırmamıza, şuna buna taş atmamıza lüzum yok. Sahip çıkacağımız bu hicrettir işte. Yani, Müslüman’a mahsus alandan daha kıymetli bir şey tanımamak… Müslüman’a mahsus alan Medine’de temin edildi; ama hicretin manası bundan, yani Müslüman olarak yaşamanın tecavüzden masun kılınmasından ibaret de değil, gerçi Habeşistan’a Mekke’deki zulümden rahatsız olup giden insanlara da muhacir denildi gerektiğinde; ama muhacir bilhassa Mekke’den Medine’ye gidendir.
Neden? Çünkü Mekke’den Medine’ye biz gittiysek, Mekke’yi fethetmeye gittik. Yani, biz çıkarıldığımız yere geri dönmek üzere yerimizi değiştirdik. O bakımdan Türkiye topraklarının çok önemi var. Hani ‘canım işte Batı Trakya’yı vermişler, şimdi de Hatay’ı versek ne olur’ diyenler var ya, onların söz hakkı diye bir şey yok artık. Bizim için Türkiye Cumhuriyeti’nin 1939’daki sınırları esastır. Aslında millet olarak neyi içeride, neyi dışarıda bıraktığımızın ifadesini 1922 sınırları olarak da kabul edebiliriz; ama Türkiye Cumhuriyeti’nin 1939’daki sınırları Müslüman bir geleceğin güvence altına alındığı gerçek sınırlar anlamını taşır. Yani, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları dahilinde olmak İslami bir geleceğin imkanı dâhilinde olmamızın ispatıdır...
İstiklal Yürüyüşleri-4 / 29 Kasım 2008 – İsmet Özel
21 Aralık 2009 Pazartesi
1 Kasım 2009 Pazar
"YARINKİ TÜRKİYE" Nurettin Topçu (Rh.a.)
Yarınki Türkiye'nin kurucuları;”Yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir.” Yarınki Türkiye'nin kurucuları;”Millet ve cemaat uğrunda fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif sîmâda insanları şahıslarında birleştireceklerdir. Onlarda Yunus-Yavuz'la birleşecek, Sinan-Âkif'e uzanacak, Ebu Hanife-Hüseyin Avni'yi tebrik edecektir. Ve onların eseri olan yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu'nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedî olduğuna inanmış bir ruh!”
"BEKLENEN NİZAM" <İslam Tefekkürünün Genel Kurmayından;> Necip Fazıl (Rahimehullah)
“Bütün Garb alemini; Türkün ve onun ruhi idaresinde bütün Asyalıların gözüne tılsımlı bir umacı gibi görünmekten çıkaracak bir nizam… Garb alemini; (Rönesans)’dan beri sadece aklın fetih hakkını kullanmış ve eşyayı cezbetmiş bir müspet bilgiler teşekkülünden ibaret gösterecek ve başka bir tarafına inanmayacak bir nizam… Avrupalının; ruh planında taklide değer hiçbir kıymeti bulunmadığını meydana çıkaracak bir nizam… Ve mevcut garp bilgilerini maharetle aparıp onları ehliyetle Türk’e mal edecek bir nizam…” “Ruhumuzu dayadığımız Mukaddes ölçülerin hem düşmanlarına, hem de dost görünüp bu ölçüleri anlamayan ham yobaz bozuntularına hayat hakkı tanımayacak bir nizam… “Edebiyatı, fikriyatı, sinemayı, tiyatroyu, hatta ilmi bile mutlaka milli şekilde verimlendirecek bir nizam… Bunlar bir kere millileştikten sonra da onları beynelmilel çapa ulaştıracak bir nizam…” “Kerhane, meyhane, kumarhane ve bütün rezalethanelere “paydos!” diyecek bir nizam…” “Türkiye’de tek bir kahve köşesine bile izin vermeyecek ve saatte 70. milyon kilovat çapındaki milli enerjiyi tasarruf edecek bir nizam…” “Çoraptan serpuşa, harften binaya, muaşeret edebinden bütün ifade şekillerine kadar (plastik) planda şahsiyetin ne demek olduğunu meydana çıkaracak bir nizam…” “Adam öldüreni hemen öldürecek, hırsızlık edeni bir daha edemez hale getirecek; ve bütün ictimai münasebetlerinde ferde öz evinden daha emin sığınaklar gösterecek bir nizam…” “Dava adamlarının nasıl çalışacağını belirtecek; ve en büyük göz mütehassısını en şiddetli trahom(bulaşıcı göz hastalığı) mıntıkasında hayatını feda etmeye zorlarken, en büyük terbiyecinin de en hücra köyde bir jandarma erinden farksız yaşamasını sağlayacak bir nizam…” “Memlekette tek bir sahipsiz çocuk, tek serseri, tek işsiz, tek özürlü bırakmayacak ve hiç olmazsa bunları göz planından sürecek bir nizam…” “Ve nihayet halkın nefsaniyetini değil, Hakkı razı edecek ve Kurultayının büyük duvarına “HAKİMİYET HAKKINDIR!” düsturunu kazıyacak bir nizam…” “Nizamların nizamı olan düzen, iki heceli ve beş harfli bir isim taşır: İSLAM…”
"DERİN VE GERÇEK MÜSLÜMAN" Necip Fazıl (Rahimehullah)
“İslam İnkılabını, fikir planında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.” “Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İşte bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.” “Gerçek ve derin Müslüman’ın üç cephesi vardır: ŞERİAT, TASAVVUF ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsi RUH VE AKIL…” “Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalaa edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her şey, alttaki üsttekine tabi olarak bu üç hakikat planını yerine getirmekten ibarettir.” “Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazi ifade çerçeveleri içinde her biri sonsuz sırların işareti, bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mizanı olan Şeriatı, dava ve gayenin ruhu; onun batını olan Tasavvufu da, alemin ve insanlığın kemal sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır. “Öyle ki, baştan başa eşya ve hadiseler planına hakim ve yeryüzünü maddi-manevi bütün mevcutlarıyla kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet ve hakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve Tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanatlariyla, bu kanatların ortasında ileriye doğru uzanmış bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir. Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçekleştiricisi halinde Şeraitle-tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsi ruh ve akıl…” “Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muvazeneleştirmiş, zimmet ve matlup(talep edilen) sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mizana sokmuş, yapılacak ve yapılmayacak her şeyi tesbit etmiş, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemiş, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmış, her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermiş, idrak ve tekevvun(yaratılma) çilesini nihai hassasiyetle doldurmuş, frenklerin (sajes) dediği nihai vecd, zarafet, huzur ve sükuna varmış; Kısaca, insan başının sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varoluş sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamış, planlaştırmış ve bunun insan cemiyetini teşkilatlandırmış, kamil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğu da, gerçek ve derin Müslüman’ın kısım kısım hüviyeti tayin edilirken görülecek, İslam İnkılabını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.”
"ANADOLUCULUK" Necip Fazıl (Rahimehullah)
“Anadolu… Türkün, gerçek ruh muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği ve ruh vatanıyla içiçe yeryüzü vatanını kurduğu büyük mana çerçevesi…” “Anadolu… Kıtalar arası tarihi hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi, mahrem ve muazzam Asya’nın, Avrupa’ya bakan cumbası…” “Anadolu… Putların ve salibin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekün Hilale teslim eden ve onun davasını bütün dünyaya şamil bir aksiyon halinde güden asli ve asil unsur kadrosu…” “Ve nihayet Anadolu… Tarih boyunca cihanın en büyük mana ve madde imparatorluğuna dayanak vazifesini gördükten sonra, dört asırdır öksüz, mazlum, harap ve mahrum yaşayan; Bir asırdan beri de ihanetlerin en acıklısına uğrayan, derken ananevi tahammül ve tevekkülünün üstünde ruh eşkiyasının çatı kurduğuna şahit olan misilsiz çile ve işkence arsası...” “Halbuki Anadolu; Şehidler toprağı, gaziler bucağı, veliler ocağı…” “Nihayet Anadolu, her taşında bir Yunus Emre’nin oturduğu, her yolundan bir Yunus Emre’nin geçtiği, Hakk aşıklarının yurdu ki, minareleri, evleri, rüzgarları, ırmakları, kağnıları ve kalpleri hep “Allah Allah!” sesleriyle uğuldamakta…” “Böyleyken Anadolu; Suları bile “Allah deyu deyu” akarken, tam 90. yıldır kendi iradesiyle başa geçtiğini iddia eden istismar idarelerinin esiri olmak gibi, hayal ve efsaneye sığmaz bir gözbağcılığın, hokkabazlığın zebunu…” “Anadolu’nun yine 90. yıldır beklediği, böyle bir Anadoluculuk görüşü ona; kendi kendisini, kendi ukdesini, kendi kökünü göstermeye, kendi özünü ve yemişini kıymetlendirmeye, sırlarını çözmeye ve dostlarıyla düşmanlarını tanımaya memur, büyük fikir hamlesidir.” “Suları bile “Allah deyu deyu” akan vatanın, o mukaddes emanet çerçevesinin “Harim-i İsmet” inde, Anadolu düşmanlarını boğacak şuura yükselmedikçe, bilerek veya bilmeyerek, firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlerden farksız yaşayacaktır. “Harim-i İsmet” imize kötülüğü sokanların aynı “Harim-i İsmet” de boğulmasıyla, Anadolu’nun ve Anadolu ruhunun büsbütün boğulması arasın da ihtimal payı olarak hiçbir mesele kalmamıştır. “Olmak mı, olmamak mı; İşte bütün mesele!.” “Annelerin gittikçe unutkan, habersiz ve nebat(bitki) hayatına namzet yavrular doğurduğu ve aziz manaların gittikçe ışıkları sönük bir liman gibi arkada kaldığı bu hengamede, sahipsizliğine rağmen ulvi bir sezişle hakkı gördüğünü bir şekilde belli etmiş bulunan Anadolu, elbette ruhi istiklal kahramanını içinden fışkırtacaktır. Onu bulması için, şuna veya buna bağlanması değil, mücerret bir hasretle yanması, yeter! Sadece şuur!...” “Hasret, vuslatın yarısıdır. İste ki olsun!”
"BÜYÜK DOĞU" Necip Fazıl (Rahimehullah) - İnkişaf'dan; -
“Doğuş olmaya doğuş… Doğu olmaya Doğu… En doğrusu; Doğunun doğuşu…” “Doğudan fışkırmış, Doğunun gerçek ruhuna ermiş, onu örnekleştirmiş, nefsinde halkalamış,
Batıya doğru yürütmüş, handiyse batıyı devirecek hale gelmiş;
sonra kabuk üstü donup kalmış, yeni zaman yemişlerine can verecek kök feyzini emmekten uzak yaşamış, ”doğurucu - yaşatıcı aşk ve çile” dairesinden kayıp çıkmış,
Hikmetini kaçırdığı şekillere incisiz istiridye kabukları gibi tutunmaya çalışmış;
ve sonra; doğan ve gelişen batının karşı saldırışları önünde topyekûn Doğuyla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş,
bir uçurumdan öbür uçuruma sürüklenmiş, fakat sukutun dibini boylamış, gizli bir bünye sırrı yüzünden hastalığa dayanmış, apışmış ve donmuş,
devir devir sahte ve gülünç kurtuluş hareketlerine şahit olmuş,
nihayet büsbütün tasfiye vaziyetine düşmüş,
bir şahlanışta; kendisini yalnız mekân çerçevesinde kurtarabilmiş,
derken işin satıh ve maddede en dizginsiz “Garp taklitçiliğine” ve “öz kök alâkasızlığına” döküldüğünü görmüş,
zaman çerçevesindeyse bir türlü kurtarıcısını bulamamış bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız.”
Batıya doğru yürütmüş, handiyse batıyı devirecek hale gelmiş;
sonra kabuk üstü donup kalmış, yeni zaman yemişlerine can verecek kök feyzini emmekten uzak yaşamış, ”doğurucu - yaşatıcı aşk ve çile” dairesinden kayıp çıkmış,
Hikmetini kaçırdığı şekillere incisiz istiridye kabukları gibi tutunmaya çalışmış;
ve sonra; doğan ve gelişen batının karşı saldırışları önünde topyekûn Doğuyla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş,
bir uçurumdan öbür uçuruma sürüklenmiş, fakat sukutun dibini boylamış, gizli bir bünye sırrı yüzünden hastalığa dayanmış, apışmış ve donmuş,
devir devir sahte ve gülünç kurtuluş hareketlerine şahit olmuş,
nihayet büsbütün tasfiye vaziyetine düşmüş,
bir şahlanışta; kendisini yalnız mekân çerçevesinde kurtarabilmiş,
derken işin satıh ve maddede en dizginsiz “Garp taklitçiliğine” ve “öz kök alâkasızlığına” döküldüğünü görmüş,
zaman çerçevesindeyse bir türlü kurtarıcısını bulamamış bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız.”
"İSLAM İNKILABINDA MİLLİYET GÖRÜŞÜ;" Necip Fazıl (Rahimehullah)
“İslam inkılabında milliyet görüşü; kendisini sahte milliyetçiliklerin yerine tersine; zarf değil mazruf, kab değil muhteva, madde değil ruh, mekan değil zaman işi telakki eder.” “İslam inkılabında milliyet görüşü; Türk’ü fırlak kemikler, çekik gözler, dar alınlar ve kirpi saçlar kadrosunda, yani hor ve kaba madde planında aramaz.” “İslam inkılabında milliyet görüşü; her şeyi ana ruh vahidine bağladıktan sonra, o ruh vahidini en iyi aksettiren yahut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (daima bu kayıt altında) kendi milletini mecnuncasına sever.” “İşte Gaye -İnsan ve Ufuk- Peygamberin(s.a.v.) “Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılmaz!” mealindeki muazzam Hadisinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan namütenahi(sonsuz) derin manaya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe bir işaret!...” “İslam inkılabında milliyetçilik görüşü; Müslümanlıkla mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu sınırın en küçük mikyasına kendisini hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetçilik ulaşamaz, ve böyleleri bizimle uyuşamaz.” “Tıpkı Şeriate baş kesmekle, onun yasak etmediği sahalarda hudutsuz bir salahiyet ve memuriyete kavuşan akıl gibi, İslam inkılabının milliyetçiliği de, topyekün insanlık kadrosunda ruhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o ruhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyakat ifadesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkuresinden ibarettir.” “Böylece İslam inkılabında milliyet mefkuresi, ırk, kavim ve soy ifadesiyle de Peygamberin’e(s.a.v.) layık olma cehd, gayret ve müsabakasının eseridir ki, her türlü ırk ve kavim sınırını kuşatan ve aşan Müslümanlığı incitmek yerine şad edecek; ve ana ölçüye bir kere bağlandıktan sonra en ileri haklara kadar kazanıcı izinli milliyetçiliğin ta kendisi olacaktır.” “İslam inkılabında, Şeriatle hudutlu akıl, hakikatte nasıl hudutsuz aklın ta kendisiyse, yine onunla hudutlu milliyetçilik de, hakikatte hudutsuz milliyetçiliğin ta kendisidir.” “Hudut içinde hudutsuzluğa çıkmanın girift sırrından nasip almış olanlar, mücerret ve münhasır milliyetçilik alevine gaz ve fitil ahengi verecek ve onu Şeriat şişesinin içinde en ileri ışığa kavuşturacak sistemin de, derin ve gerçek Mü’min anlayışıyla İslam inkılabına bağlı milliyetçilik görüşünde olduğuna inansın!...” “Milliyetçiliğin, bu ölçü dışında bütün alevli tezahürleri, yalnız gövdeleri yakıp kül eden dar ve hasis bir nefsanilik, ham ve yobaz bir putçuluktan başka bir şey değildir.” “Allah ve Rasulünün en çok sevdiği, yahut en çok seveceği, yahut da en çok sevmeye memur edeceği için Türk’ü sevmek, onun şahsi ve kavmi ruh hazinesini bu aşk zemininin üzerine serpiştirmek ve bütün zaman ve mekan boyunca bu ruhu geliştirmek, kalıplaştırmak, billurlaştırmak ve maddeye nakşetmekten ibaret olan üstün milliyetçilik, ruhi muhteva dışı ırk ve kavim sebebine değil, ruhi muhteva içi ırk ve kavim neticesine bağlı o mefkuredir ki, usul ve sistemini de her millete veren, böylece darlık ve hasislik çemberini kıran, dünya çapında bir yenilik belirten ve hudut içinde hudutsuzluğa ulaşan büyük oluşun en gerçek yapıcısıdır.”
8 Eylül 2009 Salı
"TÜRK OLMAK İÇİN;" İsmet Özel (Hafizehullah)
Türk olmakla Amerikalı olmak arasındaki farkın dile getirilmesinin tam zamanıdır. Amerikalı olmak için zahmete girmeye gerek yok. Tarihte zahmet yükünü çekemeyenler Amerikalı oldu. Günümüz şartların da Amerikalı olmakla, olmak istemekle zahmetsiz galibiyet istemek müteradiftir.”Türk olmak hak edilmiş bir galibiyeti müdafaa ile mümkündür. Türk olmak için tarihte bir zahmete girilmiş ve bunun semeresi alınmıştır. Şimdi yeni bir zahmet dönemi bahis konusu değildir. Semerenin müdafaası kifayet eder.” Neden alelacele Türk ile Amerikalı farkını zikrediyoruz? Neden diğer farklar değil de illa bu fark? Çünkü bugün artık Almanlar harbi kaybettikten sonra beynelmilel ilişkileri anlamlandırmamıza el verecek bundan daha esaslı bir farkın kalmadığı gizlenemiyor. Dün gerek Türklüğü ve gerekse Amerikalılığı sosyalizm ve İslamiyet kisvesi altında gizli tutuyorlardı. Siyasete yeni bir gün doğunca, Türklük ile Amerikalılık arasındaki fark herkesin gözü önüne çıkıverdi. Gözler önündeki durumu göstermemek için devreye at gözlükleri başta olmak üzere her türlü gözlük giriyor, kafalar elle tutulup başka çevriliyor. Hasılı, Türk’ün Amerikalı’dan, Amerikalı’nın Türk’ten hangi bakımdan farklı olduğuna dair bilgiden ve dolayısıyla bu bilginin Türk hesabına nasıl bir milli menfaat doğuracağına dair bilgiden kasten uzak tutuluyoruz. Yani biz Türkler bir tuzak içinde debelenmekteyiz. Bilgilenerek bizi içine düşürdükleri tuzaktan sıyrılabiliriz. Kim bilgiye kavuşmak için acele etmezse, onun bu tembelliğinden gıdasını cehalete borçlu olduğu manasını çıkaracağız. İşlerini ya cahil cesaretiyle görüyor veya başkalarının cahil kalmasından bilistifade iş çeviriyor veyahut hayatla bilgi arasında bir irtibat kurulamayacağı fikrine sahip. Kim olursak olalım, eğer gayemiz cahil kalmak, günden güne cahilleştirmek ve namusu bölüp parçalamak değilse, millet meselesinin, harbin bitiminden, yani 1945’ten itibaren mahiyet değiştirdiğine akıl erdirmeğe mecburuz. Daha vahimi, millet meselesinin mahiyetini anlamaksızın hiçbir şeyden anlayamayız. O kadar ki fizikten bile haberdar olmamız millet meselesiyle yakından alakalıdır. Bakın, daha Alman harbi başlamadan, 1929’da; Albert Einstein şunları söylemişti: “Eğer benim izafiyet nazariyemin doğruluğunun tespiti muvaffak olursa, Almanya bana bir Alman olma hakkı tanıyacak ve Fransa benim bir dünya vatandaşı olduğumu ilan edecektir. Nazariyemin asılsızlığının ispatı halinde ise, Fransa benim bir Alman olduğumu söyleyecek ve Almanya benim bir Yahudi olduğumu ilan edecektir. Neler olmuş da bu sözler söylenmiş? Millet meselesinin mahiyetiyle bu sözlerin ilgisi ne? Kafamızda bu soruların cevapları yoksa helak olmamız yakındır. “Vakit dar olsa gerek”. Bize vakitlice hareket etmek düşüyor. Hangi hareket bizi felaha götürür? Önümüzde birçok hareket seçeneği var: Durduğumuz yerde debelenmek, sinsice sürünerek ilerlemek, emin adımlarla yürümek, koşmak. Ne tür bir hareketi benimsemişsek bununla şahsiyetimize delil olacak bir izi tayin etmişizdir. Araçlar amaçlardan bağımsız olamaz. Öncelikle işi hangi yöntemle ele alacağımızı bilmekten kaçmayalım. Yöntemimiz şu ifadede özetlenmiştir: “Olmamış olmaz; olmuş ise, olmamış olmaz.” Bundan sonra ne olacaksa, bu olan şey, daha önce olanlardan biridir. Daha önce olanlardan hangisi? Körün taşı nereye değerse mi? Hayır, asla öyle değil. Bundan sonra ne olacaksa, bizim hayra mı, şerre mi dua ettiğimizle mukayyettir (kayıtlı). “Olmamış olmaz.” Duamızı düzgün edebilmemiz için nelerin olduğunu bilmek mecburiyetindeyiz. Nelerin olduğunun tamamını bilebilir miyiz? Elbette bilebiliriz. Bilinecek şeylerin tamamı bize gerekli olan kadarıdır. Biz kimsek ve bize ne gerekiyorsa… Kim olduğumuz umurumuzda değilse ve uhdemizde dünya kadar gereksiz bilgi varsa, bizim dertliler kervanına katılmamız söz konusu değildir. Eğer dertliler kervanına katılmamışsak en büyük endişemiz “itlerin ürümesidir.” “Türk olmak” dertliler kervanında yerini almak anlamına gelir. Bu halimizle biz bizzat “dert” sayılırız. Her Türkiye düşmanının başına dert oluruz. (İ.M.D. 2009.Yılı Bülteninden;) http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
"DÖNEKLERİ KİM İDARE EDİYOR?" Necip Fazıl (Rahimehullah)
"Bizi ne bizden olduğunu sananlar, ne de bizden olmayanlar anlayabiliyor. Bizi anlayabilmek istidadı, ancak Allah ve Resulünün sırları yolunda kafasını berhava etmiş yüksek çile ehli Müslümanlardadır.Onların da bu devirde sayısını tespit edebilmek çok zor... Korkarız ki, "kaç kişisiniz?" diye sorulsa milyonları aşkınız diye cevap verildikten sonra, "öyleyse buyrun zehirle pişmiş aşı yemeye..!" der demez, tıpkı Hacı Bayram-ı Veli'nin müritleri gibi bir buçuk kişiye inmesinler...! İşte arkamızda bu bir buçuk kişi, sivriliğine cam kırıklarıyla döşeli yolda, topuklarımızdan saçlarımıza kadar kan içinde, ilerlemeye çalışıyoruz biz..! Yürünmez yolda, anlaşılmaz dille, aşılmaz manialara rağmen mesafe aldığımızı görenler, bununla da kalmıyorlar.! Dağların ve kırların köpek, sırtlan, karga, fare, domuz ne kadar mundar hayvanı varsa üzerimize musallat ediyorlar ! Ayrıca kanuni yol bekçileri, ellerinde ceza makbuzları, memnu(yasak) mıntıkalara girmiş olmanın suçunu habire kaydedip duruyorlar.Bu kadar ile de dolmuyor çile... Arkamızdaki bir buçuk kişinin çeyreği, bizden aldığı tefekkür dersini, davaya en zıt yollara saparak , bir nevi istiklal ilanına kadar gidiyor ve İslam cephesine adeta "tavaif-i mülük"(küçük tesirsiz taifeler) manzarası veriyor ve küfür ejderhası tarafından kolayca yutulmamıza çalışıyor, asıl bu manzara karşısında cam kırıkları topuğumuzdan ciğerimize kadar batıyor, köpekler havlıyor, mukayyitler(kaydediciler) yazıyor, “DÖNEKLER ÇARK EDİYOR”; ve şu ana kadar bahsettiğimiz en korkunç zümre, bugün belki bütün cihana hakim yahudiler ve yahudilik müesseseleri, bütün şubeleriyle perde arkasından bu vaziyete bakıyor. Cam kırıklarını onlar döşetiyor, köpekleri onlar besliyor, mukayyitlere(kaydedicilere) onlar talimat veriyor, ve “DÖNEKLERİ” vasıtalı vasıtasız onlar idare ediyor... Ve biz her şeye rağmen yüz binleri aşan kadromuzla yürüyoruz.Her şeye rağmen yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında "GALİP" isminin sahibi olan Allah adına ve aşkına yürümekten vazgeçmeyeceğiz. Rabbim, Rabbim bize ne güzel bir yol nasip ettin ! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan saraya, elbette ki bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Madem ki zorluk bu kadar müthiş, o halde tam yolun üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve erişeceğiz.! Çünkü biz her türlü bedavacılık ve lüpçülükten uzak, Senden, nimetinle mütenasip, ebedi devleti istiyoruz: O halde her çileyi çekeceğiz ve sonunda -yalnız senin dilemen şartıyla- bu devleti kazanacağız.! Mademki ızdırab bu kadar büyük, mazhariyet ve devlet de o nispette azim olacaktır."(İnşaallah’ur Rahman)
"YA (TÜRK) OL, YA ÖL!" Necip Fazıl (Rahimehullah)
Gözümüzde, nice zamandır, manevi alevler ve dumanlar içinde batan bir Türkiye vardı; ve ona 4-5 asır önceki hayatiyeti yanında o günkü veya bugünkü can çekişmesini anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek için dünya çapında büyük bir fikir hamlesine girişmekten daha aziz bir gaye düşünülemezdi… Velhasıl-ı kelam bu; ”Büyük Fikir Hamlesi”ne girişildi… Ne oldu?... Buz dağı erir gibi oldu ama, ortalığı çamur bastı. Öyle bir çamur ki, bul bakalım yolunu bulabilirsen… Teaddi, taarruz, hücum ve hamle, bizim gençliğimizden ziyade karşı tarafa geçti… Aş evimizin yemeklerini ancak camekanlarında seyretmekle pişirebileceklerini sananlar, bir taraftan “aceze basın” mahiyetinde davamızı helak ederken, öbür taraftan da aziz ve nazik gayeyi aksiyona dökme yolunda “partiler kurdular” ve artık belini doğrultması çok zor şekilde harcama ve alçaltma hamaratlığına giriştiler. Meydan yerini tenekeci, kalaycı, kurşuncu tarzında “ci, cı, cu” lar sardı… Sahte veliler enflasyonu önünde “Gerçek İrşad Makamının” bedeli ödenemez çapa yükseldi. “İçtihad” kelimesinin elifi üzerinde bile fikir sahibi olmayan haylazlar “müçteh-itliğe” yeltendi. İlahiyat fakültesi ve enstitüler, için için, vecdsiz ve haşyetsiz, “kısır mantığına göre fetva verici”, hususi bir mamul yetiştirmeye memur edildi. Diyanet;“rejim hürmetine” şeriat katli cinayet işlerini, Fransız ihtilalinin giyotinlerinden daha cömertçe yerine getirdi. Tasavvuf ve batın yolu aleyhtarı birtakım “vahhabilik karalamaları”, başıboşluk havası içinde kendilerine bir cereyan açma sevdasına kapıldılar. Ruhların gizli bir köşesinde, kemaline inanmadıkları şeriatı çürük kalaslarla payandalamak isteyen, böylelikle İslamı dışarıdan tamire muhtaç bir harabe kabul eden reformcular içten ve dıştan “İslam Fikriyatını” lekelemeye koyuldu. Dini yayınları “tefecilik pazarına” döndüren borsacılar peydahlandı. Saymakla, anlatmakla bitmez!... Ve bu hava içinde yokluğu bile şuurlaşmayan bir idare… Hafakanlar içinde bir millet, baskın, soygun, bozgun… Maddi ve manevi yıkım, ana-baba günü… Bu mu olmalıydı bunca yıllık çilemizin hasılası?... Bu oldu ve bunda da herhalde derin bir “Hikmet” tecelli etti… Bu Hikmet: “YA (TÜRK) OL, YA ÖL!” ihtarı…
7 Nisan 2009 Salı
CEMİYET-İ İSTİKLAL; " Biz Allah'ın İslam'la Şereflendirdiği Bir Cemaatız! Allah'ın Bahşettiği İzzetin Yerine Başka Bir Şeref İstemeyiz!"
DAVAMIZ NEDİR? “-İddianın cemaat hesabına aldığı şekle dava denir.” “İslâm’a Davet” Kur’an-ı Kerîm’in nâzil olmasıyla, “Davası” ise; Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmeleriyle başlamıştır.” Hicretin İslâm takviminde sıfır noktasını teşkil etmesi bu yüzdendir. İslâm davasını dava haline getiren Müslümanların, göç etmeleri, yer değiştirmeleri değil; bulundukları yeri ellerinde tutmaktan caymayışları, yani ufuk olarak Mekke’nin fethini tayin etmeleridir. “Türklerin Türk, Türkiye’nin Türkiye olması bu ufkun içindedir.” Neden?; ”-Kostantiniyye(İstanbul) elbet fethedilecektir. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Ve O’nun ordusu ne güzel ordudur.” Hadis-i Şerifi mana-i mucibince. “Tarih sahnesinde bir yer bulmasını İslâm’a borçlu olan Türklerden başka, Araplar dahil, ikinci bir millet yoktur.” “Yerküre üzerinde vatan olma vasfını İslâm’dan alan yegâne ülke Türkiye’dir.” Nasıl Mekke’yi müşriklerin vatanı saymamız İslâm’ın inkârı anlamına gelirse, İslâm’ı inkâr etmeden Türkiye’yi de Türklerin vatanı olmaktan çıkaramayız. “Dünyada bir İslâm davası kaldıysa, bu dava Türkiye’nin “DAR’ÜL İSLAM”(İslam Yurdu) olup olmadığı davasıdır.” “Türkiye’nin bir mozaik manzarası arz ettiği doğruysa tez vakitte parçalanıp dağılacaktır.”, “Türkiye’nin varlığını devam ettirmesini isteyen herkes onun yekpare bir beton kütlesi-TEK MİLLET- manzarası arz etmesini sağlayan işin içine girmelidir.”, ”Herkes bu çerçeveyi esas alarak vatan haini olup olmadığını kendine sorsun.” “Vatana ihanet hususu tamamıyla itikada taalluk eden bir husustur.” Yazdığımız son cümlenin taşıdığı hükmü hiçbir hainin tasdik etmeyeceğini biliyoruz. Çanakkale şehitleri için;”BEDR’İN ASLANLARI GİBİ ŞANLI İDİ” boşuna söylenmiş bir söz değildir. O kadar değildir ki; “TÜRKİYE’NİN İSTİKLALİ ALEYHİNE İŞLENEN HER CÜRÜM İSLAMİYET ALEYHİNE İŞLENMİŞ SAYILIR.”, “Türkiye’de Müslüman’ım diye ortaya çıkan insanların tutumları hiçbir bakımdan bizlere şevk vermiyor.” ”Aradığını bulamamak çabalamaktan geri durmaya sebep olmayacak.” Hiç hatırdan çıkarmamak gerek; “İBRAHİM ALEYHİSSELAM TEK BAŞINA BİR MİLLETTİ. TEK BAŞINA BİR ŞEY OLAMAYANIN İÇİNDE YER ALDIĞI GÜRUH DOLAYISIYLA BİR ŞEY OLMA İHTİMALİ HİÇ YOKTUR.” Selam ve Dua ile… CEMİYET-İ İSTİKLAL ADINA; Mekke-i Mükerreme 26.Zi’l-ka’de.1429 (24.Kasım.2008)
"İLLA DİRİLİŞ..." / M. Said Yakut
Aradığını bulmak için kendini kaybetmeye başlayan bir toplum hiç/yok gibidir. “Hiç” “yok”tan iyidir kifayetiyle, varoluş gerçeklerini nihilizme(hiçciliğe) zımbalayan bir toplum ilah’ını aradığı karanlıklarda yitip gider. Kendi miracına tırmanırken bile kullandığı basamakları hep zirvede kalacakmış gibi bir bir kırarak yükselir. Düşerken ihtiyacı olan ayaklarını uçmak için takındığı kanatlarına kurban eder. Belki iyi ve yüksek uçarlar ama düşmeyi asla beceremezler. Çakılırlar…Bütün yıldızların kendisinde parıldadığını savunan bir toplum, belirsiz korkular yaratan zifiri karanlıklarla örtünmüş demektir.
Sanrılara karşı ruhuna diz çöktüren bir toplum…
Uyandığında iki elini kendini boğmak üzere boğazında kenetlenmiş bulan bir toplum…
Ruhunu ve beynini zehirli sülüklerle aşındıran, “yok” olma korkusuyla “var”lığını “hiç”likle bütünleştiren bir toplum…
Hiç yok’tan iyi bir toplum.
Kendi cerahatinden ürettiği larvaları, Allah’ın (Müntakim-intikam alıcı)sıfatını zorlayan bir intikam hissiyle ejderhalara dönüştürerek gördüğü her karaltıyı düşman bilen bir toplum sadece korku üretir.
Korkusundan asamadığı düşmanına karşı elinde ilmeklenmiş iple dolaşan ayartıcı cellâtların yaltaklandığı karanlıklar, bütün yıldızları sefalet çukuruna süpürerek söndürüyor.
Ruhu terbiyesizleştiren, aklı sersefil haşereliklerle aşındıran, bedeni işaret hayvanlarına özendirerek aşağılaştıran, meyvesi olduğu ağacın köküne zehir damlatarak darağacına dönüştüren, kuduz salyalı saldırganlıklarla korkuyla şecaat arz eden ruh ayartıcılarının, aya karşı uluması ayın aydınlığından duyduğu rahatsızlıktandır.
Hilalin bir tırpan gibi bilenip başları biçmeye başladığı bir toplumda tarih, azametli günlere dönüş için kendini asla tekrarlamaz.
Bir çıbanın etrafını kaşımaktan duyulan hazzın yarattığı histeri, onu kaşıyan ellerde patlayıp kangrene dönüşünce, cinnet ve çıldırılar iktidar olur.
Birkaç sözcükten kurulmuş beş tümceyle iktidara talip olanların peşinden koşan bütün ruhlar hastalıklıdır. “Hiç”tir.
Düşmanını ararken kendini kaybeden ve yüzünde beliren ifadeyle en yırtıcısından daha da hayvanlaşabilen, ruhunu karanlık dehlizlerde bırakarak ateş böceklerinin kırpışmasını sökün sökün düşman meşalesi zanneden, ruhları köleleştirip aklı kinle ziyan eden bir toplumun kökünden dallarına uzayan bütün damarları çatlamıştır.
Böyle bir toplum nereye gidebilir?
Bir soran olur mu acaba “nereye bu gidiş” diye.
Şeyhlerin, müritlerin, mürşitlerin tek(ke)linde din, çoban yetiştirmekten çok koyun gütme mesleği olarak tebliğ ediliyorsa, partilerin, başkanların, liderlerin elindeki siyaset, milleti koyunlaştırma mesleği olarak icra ediliyorsa, patronların, kompradorların ve sömürücülerin elindeki para bu koyunları kurban olarak satın alma gücüne dönüşüyorsa, öğretmen, eğitmen, profesörlerin elindeki bilgi iyi kurban yetiştirmeyi amaçlıyorsa kimsenin kendisine dair bir sözü kalmamıştır.
Son sözü Allah söyler.
Aradığı ne varsa kendi kalbindedir insanın. İlah’ı ve şeytanı. İnkarı ve imanı. İtirafı ve bühtanı(iftirası).
Gittikçe küstahlaşan, birinin intikam adına canavarlaştığı, diğerinin ona nispetle kurbanlaştığı liderler siyaseti köle ruhların üzerindeki pazarlıklarla kızışıyor. Taraf olanlar birini diğerine, hiç yoktan iyidir tercihiyle “hiç”liği, tarafsız kalanlar da “yok” olmayı başka bir varlık hesabına dönüştürmeden tercih ediyorlar.
Cellat yaklaşmadan boynunu uzatanlar, celladın işini kolaylaştıranlardır.
Uyanmak için illa uyumuş olmak gerekmiyorsa, yeni bir diriliş için ölmeyi beklemek de gerekmiyor.
Geçmişiyle iftihar edenler, bugünüyle ar edecek kadar namuslu değillerse sövün geçmişlerine…
Çıbanın etrafını kaşımaktan haz duyanlar, elleri irinle bulanık, kanla kirlidir.
İlla diriliş…
Sanrılara karşı ruhuna diz çöktüren bir toplum…
Uyandığında iki elini kendini boğmak üzere boğazında kenetlenmiş bulan bir toplum…
Ruhunu ve beynini zehirli sülüklerle aşındıran, “yok” olma korkusuyla “var”lığını “hiç”likle bütünleştiren bir toplum…
Hiç yok’tan iyi bir toplum.
Kendi cerahatinden ürettiği larvaları, Allah’ın (Müntakim-intikam alıcı)sıfatını zorlayan bir intikam hissiyle ejderhalara dönüştürerek gördüğü her karaltıyı düşman bilen bir toplum sadece korku üretir.
Korkusundan asamadığı düşmanına karşı elinde ilmeklenmiş iple dolaşan ayartıcı cellâtların yaltaklandığı karanlıklar, bütün yıldızları sefalet çukuruna süpürerek söndürüyor.
Ruhu terbiyesizleştiren, aklı sersefil haşereliklerle aşındıran, bedeni işaret hayvanlarına özendirerek aşağılaştıran, meyvesi olduğu ağacın köküne zehir damlatarak darağacına dönüştüren, kuduz salyalı saldırganlıklarla korkuyla şecaat arz eden ruh ayartıcılarının, aya karşı uluması ayın aydınlığından duyduğu rahatsızlıktandır.
Hilalin bir tırpan gibi bilenip başları biçmeye başladığı bir toplumda tarih, azametli günlere dönüş için kendini asla tekrarlamaz.
Bir çıbanın etrafını kaşımaktan duyulan hazzın yarattığı histeri, onu kaşıyan ellerde patlayıp kangrene dönüşünce, cinnet ve çıldırılar iktidar olur.
Birkaç sözcükten kurulmuş beş tümceyle iktidara talip olanların peşinden koşan bütün ruhlar hastalıklıdır. “Hiç”tir.
Düşmanını ararken kendini kaybeden ve yüzünde beliren ifadeyle en yırtıcısından daha da hayvanlaşabilen, ruhunu karanlık dehlizlerde bırakarak ateş böceklerinin kırpışmasını sökün sökün düşman meşalesi zanneden, ruhları köleleştirip aklı kinle ziyan eden bir toplumun kökünden dallarına uzayan bütün damarları çatlamıştır.
Böyle bir toplum nereye gidebilir?
Bir soran olur mu acaba “nereye bu gidiş” diye.
Şeyhlerin, müritlerin, mürşitlerin tek(ke)linde din, çoban yetiştirmekten çok koyun gütme mesleği olarak tebliğ ediliyorsa, partilerin, başkanların, liderlerin elindeki siyaset, milleti koyunlaştırma mesleği olarak icra ediliyorsa, patronların, kompradorların ve sömürücülerin elindeki para bu koyunları kurban olarak satın alma gücüne dönüşüyorsa, öğretmen, eğitmen, profesörlerin elindeki bilgi iyi kurban yetiştirmeyi amaçlıyorsa kimsenin kendisine dair bir sözü kalmamıştır.
Son sözü Allah söyler.
Aradığı ne varsa kendi kalbindedir insanın. İlah’ı ve şeytanı. İnkarı ve imanı. İtirafı ve bühtanı(iftirası).
Gittikçe küstahlaşan, birinin intikam adına canavarlaştığı, diğerinin ona nispetle kurbanlaştığı liderler siyaseti köle ruhların üzerindeki pazarlıklarla kızışıyor. Taraf olanlar birini diğerine, hiç yoktan iyidir tercihiyle “hiç”liği, tarafsız kalanlar da “yok” olmayı başka bir varlık hesabına dönüştürmeden tercih ediyorlar.
Cellat yaklaşmadan boynunu uzatanlar, celladın işini kolaylaştıranlardır.
Uyanmak için illa uyumuş olmak gerekmiyorsa, yeni bir diriliş için ölmeyi beklemek de gerekmiyor.
Geçmişiyle iftihar edenler, bugünüyle ar edecek kadar namuslu değillerse sövün geçmişlerine…
Çıbanın etrafını kaşımaktan haz duyanlar, elleri irinle bulanık, kanla kirlidir.
İlla diriliş…
16 Mart 2009 Pazartesi
"TÜRKİYE'DE KİM, NEREDEN NEREYE GELDİ?" İsmet Özel
Türkiye’de kim, nereden nereye geldi? Modernlik öncesine uzanmadan da bu soruya cevap vermek mümkündür. 1908 yılı bazı bakımlardan dönüm noktasıdır. Bir yeni dönemden, Türkiye’nin sistem içinde az gelişmiş bir ülke olarak yer aldığı tarihi gösteren başlangıçtan söz edebiliriz. Bilhassa o tarihten sonra ülkemizde “az gelişmiş ülke aydınları” zuhur etti. Onlara “münevver” denirdi. Münevverler iştigal sahası olarak kendilerine öyle yerler seçtiler ki, çok geçmeden Türkiye “az gelişmiş aydınlar ülkesi” haline geldi. Okur yazarların omuzları üzerinde Türkiye’ye dünya sistemi içinde yer açan “uhuvvet” reformları yükseldi. Enverland’a Enver İmlâsı geldi. Neler olduysa, iyi-kötü yapılan her şeye aydınlar ön ayak oldu. “Taraflar vardı; tarafların birbiri arasında Türkiye’yle irtibatları bakımından fark yoktu.” “Benden sonra tufan” anlayışıyla hareket ettiklerini tahmin etmek kolayınıza gelebilir. Hayır, öyle yapmadılar. Hepsi, “batan geminin mallarına müşteri bulmakla” meşgul oldu. Anlaşılan, epeyce büyük bir gemi batmıştı. 12 Eylül 1980 askerî darbesi Türkiye’de aydının yerine getirdiği vehm olunan işlevi paçavraya çevirdi. Turgut Özal’ın yanında Turhan Feyzioğlu’nun artık esamesi okunmayacaktır. Çeyrek asır var ki Türkiye gemisi yüzer görünüyorsa, bu görüntü “Lumpen Intelligentsia”(batı özentisi güruh) yakıtıyla sağlanabiliyor. Sistemin bile isteye türettiği, doğrudan veya dolaylı olarak “yetiştirdiği” bu insanlar kendilerine ister akademik çevrelerde, isterse basın-yayın piyasasında yer açmış olsunlar, “samimi oldukları konuda ciddiyetlerini koruyamıyorlar; bir şekilde ciddiyet kespettikleri zaman ise samimiyetlerinden söz etmek mümkün değil.” Okur-yazar takımı “kendi etti, kendi buldu,” derseniz, yanıldınız. “Ne ekmişti ki aydın zümre, ektiğini biçmiş olsun?” Aydın zümrenin aşağı istikamette geçirdiği değişim onların takipçileri, hayranları eliyle gerçekleşti. Bir yükselme vuku bulsaydı sebebin aynı elden doğduğunu söyleyecektik. Çünkü değişim için gerekli gizli güç takipçilerdedir. “İbreyi harekete onların neyi kabul veya redd ettikleri geçirdi.” Tıpkı üretim birimlerini satış bölümünün yönlendirmesi gibi “söz piyasası da köşeyi dönmekle şartlandırılmış takipçilerin sultasında şekillendi.” Türkiye’de reformların tepeden inme olduğu söylenmiştir; tepeden inmeyen reform da varmış gibi... “Bize lâzım olan kimin kimi tepelediği hususunda teyakkuzdur.” Türkiye’de çok kısa zamanda neyin tepeden indiği değerini kaybetti, “tek değerli şey kimin tepeye çıktığı oluverdi.” OYAK aldı başını gitti; MEYAK kesintileri iade edildi. Süreç içinde ülkemiz hakim bir pozisyon elde edebilmek için gereken her şeyi yapmaya hazır insanlarla tıka-basa doldu ve taştı. “Türkiye’de bir ürün olarak eleştiri göremezsiniz.” “Türkiye’de bir tavır olarak başkaldırı göremezsiniz.” Yerküre üzerinde; “Türkiye söz söyleyenden ziyade kendisine söz dinletilenlerin etkin olduğu yegâne ülkedir.” Normal olmayan bir tarzda ilerlemesine sebep olan hususiyetlerinden birincisi budur. “Başka bütün ülkelerde muhalefetin açtığı yolu, Türkiye’de muvafakat açar.” Bu sebeple takipçi konumunda olanları kafeslemeyi kim başardıysa Türkiye’nin hakkından gelmeyi başaran da hep o olmuştur. Söz dinleyenlerin gücünden çekinildiği için Türkiye’de gerçekler “malı götürenlerin” işine yaradığı kadar ve ancak o zaman ortaya sürülür veya dökülür. Bugün bir bunalım içindeysek, bu bunalımı takipçilerin kendilerini “üstün nitelikten kaçma” suretiyle takipçi olma hevesine kaptırmaları doğurmuştur. Artık onlar “hasm-ı câlî”(sahte düşman) terkibini işitmez, işitecek olsa da umursamaz. Takipçi olmak soylu olmayı, bir soyu, bir boyu olmayı gerektirir. “Takipçilikten, takipçiliğe mahsus üstün niteliklerden vazgeçmek ise apaçık soysuzluk emaresidir.” Böylesi kabuller altında bu yazıyı titrek bir elle yazıyorum. Hangi nitelikte insanlara seslenmek için zahmete girdiğimi bilmemenin sıkıntısı altındayım.Artık, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada okur diye adlandırılan kalabalık, yazılan şeyler “boş bir gevezelik” olmadığı taktirde asla okumayacak olan bir güruhtur. Yazı dünyasının hiyerarşisi kasıtlı olarak yok edildi. Beteri de gecikmedi: Bir zamanların takipçileri “kendilerine duydukları saygıyı” kaybettiler. Nicedir yazı dünyasına “tribünlere oynamak” tavrı hükmediyor. Bu furya beni de sürüklesin mi? Ben bu yazıyı yazma sıkıntısına, “Türkiye’nin güme gitmesi için uğraşanlar karşısındaki savaşın” ne yapıp yapıp verilmesi gereğine inanmasaydım, girmezdim. Yazdıklarımın sansasyon düşkünü düşük zevat dışında kimin işine yarayacağını kestiremiyorum. “Nasıl adamın içine kapatıldığı parmaklıklara âşık olması, onu mahkûmiyetten kurtarmazsa, Türkiye’ye Türk milletinin esaretinden gayet memnun çevrelerin el koyması da Türkleri esir bir millet olmaktan çıkarmayacaktır.” Çoğunluğun lisân-ı hâl ile bana “Canım, âlemde bir esir biz miyiz ki, bunu kendine dert ediyorsun?” diye sorduğunu bilmez değilim. “Bilmek istediğim azınlıkta kalsa bile, bir avuç insanın esareti sona erdirme kararında ısrar edip etmediğidir.” Büyük merakım budur. Dikkat etmediniz mi, bu ülkede insanlar birbirlerine “Türkiye için senden bir beklediğimiz var” demekten çok uzaktadır. Çoğunluk benim dert ortağım değil. Çoğunluk sırça köşkte oturuyor. Mekânlarının küçücük bir taşla mahvolacağı korkusuyla yaşıyor hepsi. Mümkünse kimseye sataşmadan nasıl mesafe kat edebilirim derdinin şaşkına çevirdiği insanların kendilerini “normal” saydıkları bir âlem içindeyiz. Batılılaşmayı yükseliş gibi algılayan bir Türkiye’de hangi alanda, hangi düzeyde olursa olsun batılılardan herhangi birinin “bayiliğini kapmak” kârlı bir ticaret olageldi. Türk milleti kuvveden fiile “Türkçe ezanla” geçmiş siyasi bir programın yükünü hâlâ üzerinden atamamıştır. Milliyetçilikle, milliyetçilik diye yutturulan ve semeresi Türklerin esaretiyle sonuçlanan şey arasındaki farkı algılayamamış insanlar nereden icazet almış olurlarsa olsunlar karanlıktır. (Murat Belge’nin Şahitliği Caiz Değil – yazısından alınmıştır) merdivenşiir dergisi- Eylül-Ekim 2006- Sayı:10
Kaynak: http://www.ismetozel.org/
Kaynak: http://www.ismetozel.org/
"İSMET ÖZEL NEDEN ÖZEL BİRİDİR?" Cahid Öz - cemaat.com
Türkiye’deki İslami hareket onu anlamamış mıdır? İsmet Özel kendini anlatamamış mıdır? Veya İsmet Özel’in böyle bir sorunu hiç olmuş mudur? Şüphesiz bu ve benzeri sorulara, İsmet Özel okurları, onun eserlerinde değişik şekillerde cevap bulmuştur. Meselemiz aslında bu değil.
İsmet Özel’in okurları (onu anlayamayanlar bile) onu neden sevmiş, ona neden her zaman saygı duymuştur? Son eseri “Çenebazlık”ı okurken bir daha düşündüm bu sorunun cevabını. Aslında yıllardır bildiğim bir cevabın giderek daha da netleştiğini gördüm. Halkın Dostları dergisinde Ahmed Arif’e cevaben yazdığı bir yazıda bakın neler diyor üstat:
“Ahmed Arif ilk sayımızda yer alan bildiriye imza atmaktan çekindiğimi söylemeyi nedense gerekli görmüş. Açık sözlülükten, giderek dürüstlükten uzaklık anlamını içerebilen bu ağır suçlama, dilerim ki bir dil sürçmesidir. Önce, derginin kurucuları bellidir. Bir derginin çıkış bildirisinin de kurucuları tarafından imzalanmış olduğunun keşfedilmesi güç olmasa gerek.(…) Hiç yoktan korkaklık ya da içtensizlik suçlamasına girişmek yoldaşça bir tutum değildir. (…) Halkın Dostları’nın “inkârcılığı” dillere destan olduğuna göre bu yazarların tavırları ancak “restimizi görmek” biçiminde yorumlanabilir. Bana kalırsa “As”lar beş tanedir, ama ayakkabısından kâğıt çekenin kim olduğunu zaman gösterecek.”
Bu satırlar, 1971 yılında yazılmış. Yani üstat yirmi yedi yaşlarındadır. Yirmi yedi yaşında bir gencin, dönemin en önemli şairlerine karşı duruşu, biçimi, özgüveni sizce de dikkat çekici değil mi?
Peki, ne anlatmaya çalışıyorum?
İsmet Özel bu ülkenin Müslümanlarına her şeyden önce “güven duygusu” aşılamıştır bence. Bakın şu mısralara:
“Ağlamadandillerim dolaşmadanyumruğum çözülmeden gecenin karşısındaşafaktan utanmayıp utandırmadan aşkıüzerime yüreğimden başka muska takmadankonuşmak istiyorum.” Bu mısralar yıllardır niçin yüreğimize iliştirilmiş bir muska gibi dilimizdedir? Ben bunun şiirde bulunan, yıllardır arayıp da bulamadığımız özgüven duygusu olarak değerlendiriyorum. Hani ona kendini beğenmiş, burnu havada, muhatabını önemsemeyen tavırları var, diyorlar ya. Anlatmak istediğim tam da bu işte. O bize “Ey Müslümanlığı (Türklüğü) dert edinen insanlar siz de biraz benim gibi olun” diyor belki de. Politikacısından iş adamına, öğretmeninden doktoruna “İslamcıyım” diyen insanların alnındaki suçluluk (?) duygusu zamanla nasıl da iğrenç bir aşağılık duygusuna dönüşmektedir. Suçluluk ve savunma psikolojisiyle nasıl da en büyük imkânımız olan “İmanımızdan” utanır hale geliyoruz, değil mi?
“Türküm ama Müslüman değilim” diyen adam, gözlem altına alınması gereken bir insandır. Bunun aklî dengesi yoktur. Ama “Ben Müslüman’ım ama Türk değilim.” diyebilirdi. “Ben Müslüman’ım ama Türk değilim dediği zaman, benim arkamda Irak’ı işgal eden kuvvetler var.” demiş olur.” İşte her Müslüman’ın cesur bir dille ifade etmesi gereken keskin gerçekler…Peki, Türkiyeli Müslümanlar, İsmet Özel’i anlayamamış mıdır? Yıllardır hep konuşulan bir mevzu. Bu düşünceye katılmadığımı da açık ve kesin bir dille ifade etmek isterim. İsmet Özel’in çığlığı büyük bir boşlukta yankılanmaktadır. Bu çığlığı, elbette bir gün hepimiz ilk günkü tizliğiyle duyacağız.
İsmet Özel’in okurları (onu anlayamayanlar bile) onu neden sevmiş, ona neden her zaman saygı duymuştur? Son eseri “Çenebazlık”ı okurken bir daha düşündüm bu sorunun cevabını. Aslında yıllardır bildiğim bir cevabın giderek daha da netleştiğini gördüm. Halkın Dostları dergisinde Ahmed Arif’e cevaben yazdığı bir yazıda bakın neler diyor üstat:
“Ahmed Arif ilk sayımızda yer alan bildiriye imza atmaktan çekindiğimi söylemeyi nedense gerekli görmüş. Açık sözlülükten, giderek dürüstlükten uzaklık anlamını içerebilen bu ağır suçlama, dilerim ki bir dil sürçmesidir. Önce, derginin kurucuları bellidir. Bir derginin çıkış bildirisinin de kurucuları tarafından imzalanmış olduğunun keşfedilmesi güç olmasa gerek.(…) Hiç yoktan korkaklık ya da içtensizlik suçlamasına girişmek yoldaşça bir tutum değildir. (…) Halkın Dostları’nın “inkârcılığı” dillere destan olduğuna göre bu yazarların tavırları ancak “restimizi görmek” biçiminde yorumlanabilir. Bana kalırsa “As”lar beş tanedir, ama ayakkabısından kâğıt çekenin kim olduğunu zaman gösterecek.”
Bu satırlar, 1971 yılında yazılmış. Yani üstat yirmi yedi yaşlarındadır. Yirmi yedi yaşında bir gencin, dönemin en önemli şairlerine karşı duruşu, biçimi, özgüveni sizce de dikkat çekici değil mi?
Peki, ne anlatmaya çalışıyorum?
İsmet Özel bu ülkenin Müslümanlarına her şeyden önce “güven duygusu” aşılamıştır bence. Bakın şu mısralara:
“Ağlamadandillerim dolaşmadanyumruğum çözülmeden gecenin karşısındaşafaktan utanmayıp utandırmadan aşkıüzerime yüreğimden başka muska takmadankonuşmak istiyorum.” Bu mısralar yıllardır niçin yüreğimize iliştirilmiş bir muska gibi dilimizdedir? Ben bunun şiirde bulunan, yıllardır arayıp da bulamadığımız özgüven duygusu olarak değerlendiriyorum. Hani ona kendini beğenmiş, burnu havada, muhatabını önemsemeyen tavırları var, diyorlar ya. Anlatmak istediğim tam da bu işte. O bize “Ey Müslümanlığı (Türklüğü) dert edinen insanlar siz de biraz benim gibi olun” diyor belki de. Politikacısından iş adamına, öğretmeninden doktoruna “İslamcıyım” diyen insanların alnındaki suçluluk (?) duygusu zamanla nasıl da iğrenç bir aşağılık duygusuna dönüşmektedir. Suçluluk ve savunma psikolojisiyle nasıl da en büyük imkânımız olan “İmanımızdan” utanır hale geliyoruz, değil mi?
“Türküm ama Müslüman değilim” diyen adam, gözlem altına alınması gereken bir insandır. Bunun aklî dengesi yoktur. Ama “Ben Müslüman’ım ama Türk değilim.” diyebilirdi. “Ben Müslüman’ım ama Türk değilim dediği zaman, benim arkamda Irak’ı işgal eden kuvvetler var.” demiş olur.” İşte her Müslüman’ın cesur bir dille ifade etmesi gereken keskin gerçekler…Peki, Türkiyeli Müslümanlar, İsmet Özel’i anlayamamış mıdır? Yıllardır hep konuşulan bir mevzu. Bu düşünceye katılmadığımı da açık ve kesin bir dille ifade etmek isterim. İsmet Özel’in çığlığı büyük bir boşlukta yankılanmaktadır. Bu çığlığı, elbette bir gün hepimiz ilk günkü tizliğiyle duyacağız.
7 Şubat 2009 Cumartesi
"SEÇMECİLİK"
Felsefenin bir kavramı olarak “seçmecilik”; çeşitli düşünce sistemlerinden beğendiğini, en iyi olduğuna inandığı tezleri alarak, bunları uzlaşabildikleri nispette uzlaştırarak yeni bir sistem kurma gayretine verilen isim. Çeşitli düşünce akımlarının İslam içinde eritilmesi biçiminde ortaya çıkan seçmecilik göründüğü kadarıyla İslam’ın düşünce hayatında ve günlük hayatta “mutlak hakimiyetine” bir engel, bir ayak bağı olabilecek özellikleri bünyesinde taşımaktadır. Çünkü seçmecilik Mü’minlerin başka düşünce sistemlerinin meseleyi ele alış tarzları içinde dahi mümkün kalabilmeleri gibi garip bir durum ortaya çıkarmakta, bunun yanı sıra İslam düşüncesi içinde İslam dışı bazı kıstasların sağlam kabul edilebilmelerini kolaylaştırmaktadır. İslam ile herhangi bir düşünce sisteminin teması kaçınılmaz bir seçmeciliğe mi götürür? Elbette, hayır. Dikkat edilecek nokta İslam düşünürünün başka sistemler karşısında “aşağılık duygusuna” kapılıp kapılmayışıdır. İbn Rüşd örneği oldukça manidardır. Aslında fakih ve İslam çevresindeki ilimlerin üstadı olan İbn Rüşd, felsefe alanındaki bilgisizliğinden doğan bir telaşa, belki de utanca kapılmıştır. Kendi durumuna duyduğu tepkiyle felsefenin aşırı bir savunucusu olmaya koyulmuş ve Aristo’yu bir Müslüman düşünce adamına yakışmayacak ölçüde gözünde büyütmüştür. Çağımızda da batı medeniyetinin rönesans’la birlikte birden hız kazanan felsefi eğilimi iktisadi, teknik ve siyasi gücün yedeğinde öyle bir hakimiyete sahip oldu ki birçok Müslüman yazar batı düşüncesinin nüfuz ve itibarından faydalanmayı bir ihtiyaç olarak hisseti. Bu ihtiyacın uzantısı olarak çeşit çeşit seçmecilikle karşılaştık. Bugüne kadar ortaya çıkan ve belki bundan sonra da rastlayacağımız seçmeci ve telifçi tutumların sahipleri bize öyle geliyor ki, “İslam düsturlarının mutlak hakimiyetine” karşı güvensizlik duygularını içinde barındıran düşünür ve yazarlardır. Çıkış yolunu İslam ile bir başka düşünce sisteminin uzlaşmasında görmenin sebebi herhalde budur. Seçmecinin aşağılık duygusu “İslam’ın kapsayıcı vasfını” anlayamamaktan doğar. Kapsayıcılık anlaşılmayınca da düşünce adamının kendi aklına güveni ön plana çıkıyor. Bu güven içinde öteki düşünce sistemlerinin “akla uygun yönlerini” İslam’a yamamak ve böylece güya onu daha kabule şayan hale getirmek endişesi doğuyor. Şimdilik belirtmeyi gerekli gördüğümüz, günümüz şartları içinde seçmeciliği bir yana bırakmanın ve hatta onunla hesaplaşmaya girişmenin mecburiyetidir. Bir düşünce adamı İslam’ın dünya görüşünü “tam ve aslına uygun” bir tarzda kavrayabilirse onun diğer bütün hususlarda İslam’a bağlılığı artacaktır. Çünkü toplumun yalnızca “İslam düsturlarıyla” düzenlenebileceği konusundaki kesin inanç herkesi uydurma çarelerden uzak tutacaktır. Seçmecilik üzerinde dikkatle durmak gerek. Bu konu göründüğünden de önemli sonuçları beraberinde sürüklüyor çünkü. Seçmeciliğin düşünce planında ne kadar saptırıcı bir rol oynadığını kabul etmek zorundayız. Günlük hayata yansıyan şekliyle de seçmecilik Müslümanca bir hayat özleminin “ölümüne açılan bir kapı” görünümündedir. İslami olmayan bir yaşam biçimiyle İslam prensiplerini uzlaştırma gayreti, bana kalırsa “iman zaafının” bir bahanesi bile olabilir. Şöyle ki, inanç seçmecinin indinde vazgeçemediği bir duygu olarak kalır ama “hal ve şartların hakimiyetini” ruhunda ezici bir biçimde duyar. Bilhassa batı medeniyetinin İslam ülkelerine baskıda bulunduğu dönemlerde yaygınlık kazanan ve hala kurtulamadığımız bir hastalık kemirmektedir zihinlerimizi: Batı’nın maddi, yani teknik gücü karşısında yılgınlık. Bu yılgınlık çıkış yolu arayan birçok düşünce adamına şöyle bir çözümü ilham etmiştir: Çağın (yani batı’nın) maddi gücünün esası olan teknolojiyi benimseyelim ama onun ahlaki ve fikri değerlerini kendimizden uzak tutalım. Bu konuda Japonya örneği de dillere pelesenk edilmiştir. İlk bakışta son derece yerinde bir çözüm yolu gibi görünen ve birçok insanın samimiyetle gerçekleşeceğine bel bağladıkları bu yaklaşım aslında meseleyi hiç anlamamaktan doğan bir ifadedir. Seçmeciliği günlük hayatımıza hakim kılmaktan başka bir işe yaramayan ve aslında bizi bugün yaşadığımız rezilane durumun pek uzağına götürmeyecek bir çözüm. İslam değerlerinin çağımız bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Çünkü günümüze hakim olan bilim ve teknik, batı’da belli bir dönemde belirmiş bir kafa yapısının uzantısıdır, belli bir toplumsal yapının sinesinde gelişmiş, vasıfları İslam’a taban tabana zıt bir sınıf eliyle gücünü dünya ölçüsünde yaymıştır. Bilimin ilerlemesi bilime has özelliklerden değil, o bilim görüşünden en çok faydalanan insanlar yüzündendir. Bu yüzdendir ki bugünkü hayatı biçimlendiren teknik teçhizat değil, o teknik teçhizatın ortaya çıkmasına ve bazı insanların kar ve kuvvet sağlamasına yol açan müesseselerdir. İmdi, Müslümanlar hem o müesseseleri reddedip hem de o müesseselerin ürünü olan teknik ve bilimsel yapıyı nasıl kendi hayatlarına adapte edeceklerdir? Açıkça ve şuurla kavramamız gereken nokta “batı’nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniğiyle” bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir. Yani ne yapalım, diyecektir bazıları, adam atom reaktörleriyle dev bir endüstriyi harekete geçirmişken, bunca uydu ile dünyanın çevresini saracak bir teknoloji geliştirmişken biz savunmasız, güçsüz maddi teçhizatı batı’nınkinden geri bir “İslam Devleti’ni” nasıl ayakta tutabiliriz? Bu tekniği onlardan almayalım mı? Her şeyden önce şunu kafamızda iyi tutalım ki bir İslam Devleti’nin söz konusu edilebilmesi için Müslümanların birçok önemli imtihanı başarıyla vermiş olmaları gerekir. Bu imtihanlarda başarılı olmak da teknolojik üstünlüğü gerektirmeyecektir. Müslümanların tek tek ve topluca kendi kalitelerini yani “İslam’a has kalitelerini” geliştirmiş olmaları gerekecektir. Bütün bu çabaların sonunda varılacak “İslam Devleti” veya herhangi bir “İslami toplum yapısı” kolaylıkla kendi hayat tarzına uygun maddi kuvveti üretecektir. Bu kuvvet batı’nınkine benzer bir teknik gelişim sonucunda elde edilmeyecektir. Ama hiç şüphesiz ki batı’nın silahlarını tesirsiz kılacak özelliklere sahip olacaktır. Daha açıkçası Müslümanca bir hayat tarzının uzantısı olan teknolojik bir teçhizat sahibi olunacaktır. “İslami mücadele peşin bir uzlaşmanın uzantısı olarak yürütülmemelidir.” Batı’nın bilimsel kapasitesinin üstünlüğünü kabul ederek girişilecek savaş bizi nereye kadar götürebilir? Hem sonra “senin tekniğin üstün ve iyi, benimse inancım üstün ve iyi” diyebilecek kadar saçmalamamız mümkün mü? Esas meselemiz “her yönüyle Müslümanca bir hayatı” göze alıp sonuna kadar götürebilecek “inanç kuvvetini” elde bulundurmamızdır. ( Üç Mesele'den – İsmet ÖZEL )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)