8 Eylül 2009 Salı

"TÜRK OLMAK İÇİN;" İsmet Özel (Hafizehullah)

Türk olmakla Amerikalı olmak arasındaki farkın dile getirilmesinin tam zamanıdır. Amerikalı olmak için zahmete girmeye gerek yok. Tarihte zahmet yükünü çekemeyenler Amerikalı oldu. Günümüz şartların da Amerikalı olmakla, olmak istemekle zahmetsiz galibiyet istemek müteradiftir.”Türk olmak hak edilmiş bir galibiyeti müdafaa ile mümkündür. Türk olmak için tarihte bir zahmete girilmiş ve bunun semeresi alınmıştır. Şimdi yeni bir zahmet dönemi bahis konusu değildir. Semerenin müdafaası kifayet eder.” Neden alelacele Türk ile Amerikalı farkını zikrediyoruz? Neden diğer farklar değil de illa bu fark? Çünkü bugün artık Almanlar harbi kaybettikten sonra beynelmilel ilişkileri anlamlandırmamıza el verecek bundan daha esaslı bir farkın kalmadığı gizlenemiyor. Dün gerek Türklüğü ve gerekse Amerikalılığı sosyalizm ve İslamiyet kisvesi altında gizli tutuyorlardı. Siyasete yeni bir gün doğunca, Türklük ile Amerikalılık arasındaki fark herkesin gözü önüne çıkıverdi. Gözler önündeki durumu göstermemek için devreye at gözlükleri başta olmak üzere her türlü gözlük giriyor, kafalar elle tutulup başka çevriliyor. Hasılı, Türk’ün Amerikalı’dan, Amerikalı’nın Türk’ten hangi bakımdan farklı olduğuna dair bilgiden ve dolayısıyla bu bilginin Türk hesabına nasıl bir milli menfaat doğuracağına dair bilgiden kasten uzak tutuluyoruz. Yani biz Türkler bir tuzak içinde debelenmekteyiz. Bilgilenerek bizi içine düşürdükleri tuzaktan sıyrılabiliriz. Kim bilgiye kavuşmak için acele etmezse, onun bu tembelliğinden gıdasını cehalete borçlu olduğu manasını çıkaracağız. İşlerini ya cahil cesaretiyle görüyor veya başkalarının cahil kalmasından bilistifade iş çeviriyor veyahut hayatla bilgi arasında bir irtibat kurulamayacağı fikrine sahip. Kim olursak olalım, eğer gayemiz cahil kalmak, günden güne cahilleştirmek ve namusu bölüp parçalamak değilse, millet meselesinin, harbin bitiminden, yani 1945’ten itibaren mahiyet değiştirdiğine akıl erdirmeğe mecburuz. Daha vahimi, millet meselesinin mahiyetini anlamaksızın hiçbir şeyden anlayamayız. O kadar ki fizikten bile haberdar olmamız millet meselesiyle yakından alakalıdır. Bakın, daha Alman harbi başlamadan, 1929’da; Albert Einstein şunları söylemişti: “Eğer benim izafiyet nazariyemin doğruluğunun tespiti muvaffak olursa, Almanya bana bir Alman olma hakkı tanıyacak ve Fransa benim bir dünya vatandaşı olduğumu ilan edecektir. Nazariyemin asılsızlığının ispatı halinde ise, Fransa benim bir Alman olduğumu söyleyecek ve Almanya benim bir Yahudi olduğumu ilan edecektir. Neler olmuş da bu sözler söylenmiş? Millet meselesinin mahiyetiyle bu sözlerin ilgisi ne? Kafamızda bu soruların cevapları yoksa helak olmamız yakındır. “Vakit dar olsa gerek”. Bize vakitlice hareket etmek düşüyor. Hangi hareket bizi felaha götürür? Önümüzde birçok hareket seçeneği var: Durduğumuz yerde debelenmek, sinsice sürünerek ilerlemek, emin adımlarla yürümek, koşmak. Ne tür bir hareketi benimsemişsek bununla şahsiyetimize delil olacak bir izi tayin etmişizdir. Araçlar amaçlardan bağımsız olamaz. Öncelikle işi hangi yöntemle ele alacağımızı bilmekten kaçmayalım. Yöntemimiz şu ifadede özetlenmiştir: “Olmamış olmaz; olmuş ise, olmamış olmaz.” Bundan sonra ne olacaksa, bu olan şey, daha önce olanlardan biridir. Daha önce olanlardan hangisi? Körün taşı nereye değerse mi? Hayır, asla öyle değil. Bundan sonra ne olacaksa, bizim hayra mı, şerre mi dua ettiğimizle mukayyettir (kayıtlı). “Olmamış olmaz.” Duamızı düzgün edebilmemiz için nelerin olduğunu bilmek mecburiyetindeyiz. Nelerin olduğunun tamamını bilebilir miyiz? Elbette bilebiliriz. Bilinecek şeylerin tamamı bize gerekli olan kadarıdır. Biz kimsek ve bize ne gerekiyorsa… Kim olduğumuz umurumuzda değilse ve uhdemizde dünya kadar gereksiz bilgi varsa, bizim dertliler kervanına katılmamız söz konusu değildir. Eğer dertliler kervanına katılmamışsak en büyük endişemiz “itlerin ürümesidir.” “Türk olmak” dertliler kervanında yerini almak anlamına gelir. Bu halimizle biz bizzat “dert” sayılırız. Her Türkiye düşmanının başına dert oluruz. (İ.M.D. 2009.Yılı Bülteninden;) http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/

"DÖNEKLERİ KİM İDARE EDİYOR?" Necip Fazıl (Rahimehullah)

"Bizi ne bizden olduğunu sananlar, ne de bizden olmayanlar anlayabiliyor. Bizi anlayabilmek istidadı, ancak Allah ve Resulünün sırları yolunda kafasını berhava etmiş yüksek çile ehli Müslümanlardadır.Onların da bu devirde sayısını tespit edebilmek çok zor... Korkarız ki, "kaç kişisiniz?" diye sorulsa milyonları aşkınız diye cevap verildikten sonra, "öyleyse buyrun zehirle pişmiş aşı yemeye..!" der demez, tıpkı Hacı Bayram-ı Veli'nin müritleri gibi bir buçuk kişiye inmesinler...! İşte arkamızda bu bir buçuk kişi, sivriliğine cam kırıklarıyla döşeli yolda, topuklarımızdan saçlarımıza kadar kan içinde, ilerlemeye çalışıyoruz biz..! Yürünmez yolda, anlaşılmaz dille, aşılmaz manialara rağmen mesafe aldığımızı görenler, bununla da kalmıyorlar.! Dağların ve kırların köpek, sırtlan, karga, fare, domuz ne kadar mundar hayvanı varsa üzerimize musallat ediyorlar ! Ayrıca kanuni yol bekçileri, ellerinde ceza makbuzları, memnu(yasak) mıntıkalara girmiş olmanın suçunu habire kaydedip duruyorlar.Bu kadar ile de dolmuyor çile... Arkamızdaki bir buçuk kişinin çeyreği, bizden aldığı tefekkür dersini, davaya en zıt yollara saparak , bir nevi istiklal ilanına kadar gidiyor ve İslam cephesine adeta "tavaif-i mülük"(küçük tesirsiz taifeler) manzarası veriyor ve küfür ejderhası tarafından kolayca yutulmamıza çalışıyor, asıl bu manzara karşısında cam kırıkları topuğumuzdan ciğerimize kadar batıyor, köpekler havlıyor, mukayyitler(kaydediciler) yazıyor, “DÖNEKLER ÇARK EDİYOR”; ve şu ana kadar bahsettiğimiz en korkunç zümre, bugün belki bütün cihana hakim yahudiler ve yahudilik müesseseleri, bütün şubeleriyle perde arkasından bu vaziyete bakıyor. Cam kırıklarını onlar döşetiyor, köpekleri onlar besliyor, mukayyitlere(kaydedicilere) onlar talimat veriyor, ve “DÖNEKLERİ” vasıtalı vasıtasız onlar idare ediyor... Ve biz her şeye rağmen yüz binleri aşan kadromuzla yürüyoruz.Her şeye rağmen yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında "GALİP" isminin sahibi olan Allah adına ve aşkına yürümekten vazgeçmeyeceğiz. Rabbim, Rabbim bize ne güzel bir yol nasip ettin ! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan saraya, elbette ki bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Madem ki zorluk bu kadar müthiş, o halde tam yolun üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve erişeceğiz.! Çünkü biz her türlü bedavacılık ve lüpçülükten uzak, Senden, nimetinle mütenasip, ebedi devleti istiyoruz: O halde her çileyi çekeceğiz ve sonunda -yalnız senin dilemen şartıyla- bu devleti kazanacağız.! Mademki ızdırab bu kadar büyük, mazhariyet ve devlet de o nispette azim olacaktır."(İnşaallah’ur Rahman)

"YA (TÜRK) OL, YA ÖL!" Necip Fazıl (Rahimehullah)

Gözümüzde, nice zamandır, manevi alevler ve dumanlar içinde batan bir Türkiye vardı; ve ona 4-5 asır önceki hayatiyeti yanında o günkü veya bugünkü can çekişmesini anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek için dünya çapında büyük bir fikir hamlesine girişmekten daha aziz bir gaye düşünülemezdi… Velhasıl-ı kelam bu; ”Büyük Fikir Hamlesi”ne girişildi… Ne oldu?... Buz dağı erir gibi oldu ama, ortalığı çamur bastı. Öyle bir çamur ki, bul bakalım yolunu bulabilirsen… Teaddi, taarruz, hücum ve hamle, bizim gençliğimizden ziyade karşı tarafa geçti… Aş evimizin yemeklerini ancak camekanlarında seyretmekle pişirebileceklerini sananlar, bir taraftan “aceze basın” mahiyetinde davamızı helak ederken, öbür taraftan da aziz ve nazik gayeyi aksiyona dökme yolunda “partiler kurdular” ve artık belini doğrultması çok zor şekilde harcama ve alçaltma hamaratlığına giriştiler. Meydan yerini tenekeci, kalaycı, kurşuncu tarzında “ci, cı, cu” lar sardı… Sahte veliler enflasyonu önünde “Gerçek İrşad Makamının” bedeli ödenemez çapa yükseldi. “İçtihad” kelimesinin elifi üzerinde bile fikir sahibi olmayan haylazlar “müçteh-itliğe” yeltendi. İlahiyat fakültesi ve enstitüler, için için, vecdsiz ve haşyetsiz, “kısır mantığına göre fetva verici”, hususi bir mamul yetiştirmeye memur edildi. Diyanet;“rejim hürmetine” şeriat katli cinayet işlerini, Fransız ihtilalinin giyotinlerinden daha cömertçe yerine getirdi. Tasavvuf ve batın yolu aleyhtarı birtakım “vahhabilik karalamaları”, başıboşluk havası içinde kendilerine bir cereyan açma sevdasına kapıldılar. Ruhların gizli bir köşesinde, kemaline inanmadıkları şeriatı çürük kalaslarla payandalamak isteyen, böylelikle İslamı dışarıdan tamire muhtaç bir harabe kabul eden reformcular içten ve dıştan “İslam Fikriyatını” lekelemeye koyuldu. Dini yayınları “tefecilik pazarına” döndüren borsacılar peydahlandı. Saymakla, anlatmakla bitmez!... Ve bu hava içinde yokluğu bile şuurlaşmayan bir idare… Hafakanlar içinde bir millet, baskın, soygun, bozgun… Maddi ve manevi yıkım, ana-baba günü… Bu mu olmalıydı bunca yıllık çilemizin hasılası?... Bu oldu ve bunda da herhalde derin bir “Hikmet” tecelli etti… Bu Hikmet: “YA (TÜRK) OL, YA ÖL!” ihtarı…