29 Nisan 2008 Salı
TÜRKİYE İSLAM'LA TANIŞTI MI?
Türkiye bütün kültür değerlerini İslam’a borçlu olduğu halde İslam’la henüz hiç tanışmamış bir ülkedir. Doğmadan önce babasını, doğum sırasında annesini kaybeden yavru gibi mi? Hayır, iki vakıa birbirine hiç benzemiyor. Türkiye ile İslam arasındaki ilişki öksüz-yetim yavrunun ebeveyniyle ilişkisine benzemiyor; Çünkü Türkiye bir ülke olarak doğuşunu, tecessüm(belirme, vucudiyet kazanma) edişini değil; Doğumundan sonraki gelişimini İslam’a borçludur. Peki, Türkiye’yi Türkiye haline getiren İslam ise, nasıl oluyor da aralarında tanışıklık husule gelmiyor? Anadolu topraklarının “dar-ül İslam” hale getirilmesinden itibaren “İslam” hem tek tek insanlar, hem de insan toplulukları için bir kazanç kapısıdır. 13. Yüzyıldan başlayarak İslam Türkiye’de yaşayan insanlara bir vatan sağlamakla kalmadı, onlara vatan olarak itibarı devlet gücüyle güvenceye kavuşmuş bir ülke bahşetmiştir. Türkiye bakımından ilme kavuşmanın biricik yolu İslam’ı özümseme anlamı taşıdı. Yüksek kültür çabasına girişmeksizin İslam’ı özümsemek mümkün değildi. Yüksek kültür yüksek dilin hem türevi, hem işlevidir. Dolayısıyla İslam’ın Türkiye’ye kendi dilini, Türkçe’yi kazandırdığını söylemekle çarpıcı bir gerçeği ifade ederiz. Dikkat ettiyseniz İslam’la Türkiye arasında cereyan eden mukabele tek yönlüdür. Bu bir alış-veriş; ama ticarette olduğu gibi değer aktarımı çift taraflı değil. Sadece bir taraf veriyor ve diğeri hep alan tarafı teşkil ediyor. Netice itibariyle, dünya karşısında İslam’la “yapılmış” bir Türkiye var; ama modern zamanlardaki hayatiyetine Türkiye’nin katkısının hesaba katılması gerektiğini düşündüğümüz bir İslam’dan söz edemiyoruz. Tarih boyunca İslam’la Türkiye arasında tek yönlü bir ilişki kurulabildi, çünkü İslam her dönemde üstünlüğü, galebe çalmayı, galibiyeti temsil etmişti. Gaza beyliklerinden günümüze uzanan çizgide “ağır basan değerlerin” yanında yer almak Türkiye’de yaşayan herkes (hiç değilse çoğunluk) için karlı bir meşguliyetti. Kar eden ettiği karı galebe çalacak yolda kullandı ve galip gelen galibiyetinden kar edeceği yatırım alanları buldu. Dolayısıyla Türkiye’yi biçimlendiren “İslam’ın ifade ettiği mana” devlet söylemiyle içli dışlı hale getirilmiş bir iletişim ortamında algılanabildi. Bağımsız bir ülke olması göz önüne alındığında Türkiye’de İslam’dan kopuk bir devlet söylemine hiçbir dönemde rastlanılamaz. Buna bilhassa Cumhuriyet dönemi dahildir. “Esasen Türkiye’nin İslam’la tanışmasının önündeki en büyük engel yönetici zümreye mensup kimseler tarafından yürütülen manevralardır.” Yönetim makamlarını gasp etme fırsatı bulan her kuşaktan insan emretme gücünü yetkenin (otoritenin) tecessüm ettiği, vücut bulduğu alanın “din mi, devlet mi” olduğu hususunu sarahatten (açıklıktan) uzaklaştırma manevralarıyla kazanmıştır. İslam kime olursa ve ne olursa hep kazandırmıştır. Bu şartlar altında Türkiye’nin İslam’la tanışmasının imkansız olduğuna akıl erdirmek hiç birimiz için zor olmayacak. İslam’la tanışmak istemeyen Türkiye’dir. İslam’la tanışmamak suretiyle İslam’dan bu kadar fayda temin ediliyorken niçin tanışmak zahmetine katlanılsın ki? İslam’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslam’la tanışması halinde ilk önce “merkezilik” belirginliğe kavuşacaktır. İslam’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına “dünya sisteminin zavallı bir uydusu” gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezilik” vasfına İslam’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “durağan” halden “hareketli” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kafirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslam’la tanıştıramayacaktır. Benim mektubum burada sona eriyor. Vuslat özlemim devam ediyor. Türkiye’nin İslam’a kavuşma ihtiyacı her gün biraz daha mübrem (kaçınılmaz) ihtiyaç haline geliyor. Çünkü hal-i hazırda birileri Türkiye’yi İslam’la tanışma ihtimalinden uzaklaştıracak mıntıkalara doğru hızla iteklemektedir. “Onların ahlaki düşkünlüğü meydanda… İtekleyenlere el verenlere ne demeli?” (Cuma Mektuplarından – İ. Özel)
7 Nisan 2008 Pazartesi
"TÜRKİYE NİÇİN VATAN?"
Türkiye’de kötüyü ve kötülüğü teşhis etmek çok kolay. Bütün siyasi görüş sahipleri geriletilmelerinden fayda umdukları siyasi hasımlarına bizim de tıpkı kendileri gibi cephe almamız konusunda sizi ve beni kolaylıkla ikna edebilir. Hepsinin güttükleri siyaset bakımından düşmanlarını şuracıkta ve hemen mahvetmek için haklı sebepleri ve sağlam gerekçeleri var. Herkes bir başkasının kötülüğüne dair birçok tezi elinin altında bulunduruyor Hiç kimsenin elinde kendi iyiliğini belgeleyecek tek bir delil yok. Neden böyle? Çünkü ne dünün, ne de bugünün Türkiye’sinde siyasi gayretlerin yürütülmesine fırsat veren başlangıç çizgisi “Türkiye niçin vatan?” sorusuna aranan cevap dolayısıyla çekilmiştir. Biz Türkler ancak modernlik kisvesi altında ucu ucuna denk getirmemize imkan tanınan bir hayat sahası içinde bulunmamız yüzünden temelini birçok oldubittinin teşkil ettiği bir siyasi ortamın sıkıntılarını çekmek zorunda bırakılmışız. Şu veya bu sebeple çatışan bütün siyasi taraflar hem kendilerinin hangi oldubittilerin mahsulü olduklarını, hem de hasımlarının konumlarını meşruiyeti kolayca reddedilebilecek bir oldubittiye borçlu olduklarını biliyor. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki geleceğimizi arıyorsak geçmişimize bakmalıyız. “Varsa ancak tarihimiz kadar talihimiz var.” Eğer millet olarak talihimizin yaver gitmediği izlenimi içindeysek, bilelim ki bunun yegane sebebi yolu talihimizden ayrı düşmüş yaverin nereye gittiği hususunu önemseyebilecek kadar pekişmiş bir karakter kazanamayışımızdır. Vatandaşlık (Milletdaşlık) bilincinden ancak alaycı biçimde bahsedilebilen bir ülkede pekişmiş bir karakter kazanmak da neyin nesi? Geleceğimizi aradığımız geçmişimize bakmasını biliyor muyuz? “Türkiye niçin vatan?” İsteyen istediği kadar kem küm etsin; bu sorunun tereddüt edilmeden verilecek bir cevabı var: “TÜRKİYE DAR-ÜL İSLAM OLDUĞU İÇİN VATAN.” Cevabımız birçokları tarafından bilinen, birçokları tarafından başka türlüsünün akla bile getirilmesi mümkün görülmeyen; ama yine de dile getirilmeyen, dile getirilmesinden korkulan bir gerçeği yansıtıyor. Siyaset adamları yukarıdaki sorunun yukarıda verilen cevabını kendi benimsedikleri bir görüşmüş gibi dile getirdikleri takdirde siyasi hayatlarının sona ereceğini biliyorlar. Sona eriş korkusunu en derinden duyanlar da “İslamcılık” esintisinden istifade ederek mevki sahibi olmuş siyasetçilerdir. “Dar-ül İslam” sözü siyasetin akış tarzı bakımından sahiden korku uyandıran bir söz müdür? Hiç kuşkunuz olmasın ki, evet. Türkiye’nin vatan oluş sebebini onun bir Müslüman yurdu oluşuna bağlamanın siyaset adamları adına tehlike doğurması bu hükümle birlikte bir tarih yorumunun siyasete davet edilmesi demektir. Gayri-Müslim bir çevre tarafından dayatılmış yorumların tamamını reddetmek demektir. Türkiye’yi denetim altında tutanlar Türklerin kendilerine mahsus yorumlardan kuvvet bularak hareket etmelerine şiddetle itiraz ediyorlar. İtirazları ne kadar şiddetliyse Türklerin zihnine, Türklük zihniyetine o kadar şiddet uyguluyorlar. Biz Türkler Avrupa fikriyatını kendimizi algılamak bakımından vazgeçilmez değerde saymazsak bizi perişan edeceklerini söylüyorlar. Haddimizi bildirme yetkisinin kendi ellerinde bulunduğunu iddia ediyorlar. Avrupa fikriyatına dair iddiaların gerçek ve geçerli olduğuna bu iddiayı ortaya atanlardan daha çok ülkenin bu iddiaların isabetli olduğunu kabullenerek işini yürüten yerlileri inanıyor. Onların inanışları yüzünden ve onların inanışları karşısında ben kendimi hep Türkiye’de, kendi memleketimde Türkiye hesabına, kendi memleketimin çıkarı doğrultusunda çalışan bir casus gibi hissetmişimdir. Casusluk çok netameli bir meslek. Öyle bir meslek ki mesleğinizin gereğini yerine getirebilmek ancak mesleğinizin ne olduğunu zihniyeti hem mahiyet ve hem de derece bakımından sizden farklı olan kimselerden saklı tuttuğunuz zaman mümkün olabiliyor. Casussanız mesleğinizi icra ettiğiniz sürece ne ayağınız, ne de diliniz sürçmelidir. Hele benim gibi kendi memleketiniz hesabına casusluk yapıyor, yani kendi yakınlarınıza onların gerçek çıkarlarına sahip çıkmalarını hızlandıracak haberleri, onların nazarında millet menfaati denilen şeyin kendi menfaatleri demek olduğunun sarahate kavuşmasını kolaylaştıracak haberleri ulaştırmak yükünü üzerinizde hissederek yaşıyorsanız her an tetikte olmak zorundasınız. Ama siz Türksünüz ve Türkiye’de Türkiye hesabına çalışıyorsunuz. Başınız derde girdiğinde ne kaçacak bir “dost” ülkeniz var ve ne de Türkiye içinde size kol-kanat gerilmesine fırsat sağlayan bir ortam içindesiniz. Neden Türk olmayı ve neden Türkiye hesabına casusluk yapmayı seçtiniz? Çünkü modern dünyada, küfrün serazat başatlığına rıza gösterilme mazeretlerinin ardı ardına sıralandığı dünya karşısında “Türk olmayı seçmek” insanlık şerefine talip olmak demektir. Türkler burjuva kültürünün baş tacı edildiği bir dünyanın dışında bir hayat tarzının, bir devletin mümkün olduğunu görmesini bilene göstermiş yegane millettir. Onların “İSTİKLAL İHTİRASI” dünyanın ümidi olmak durumundadır. Dünyanın ümide ihtiyacı yok diyenler Türklerle doğan Türkiye’ye ve Türkiye’yle doğan Türklere düşmanlık hissi besleyecek ve düşmanlık edeceklerdir. Dünyada Türkiye diye müstakil bir ülkenin bulunmaması “Kabe’ye” yönelmek için ayak basılabilecek bir toprak parçasının kalmadığına delil olarak gösterilebilir. Çanakkale şehitleri için “BEDR’İN ASLANLARI GİBİ ŞANLI İDİ” boşuna söylenmiş bir söz değildir. O kadar değildir ki; “TÜRKİYE’NİN İSTİKLALİ ALEYHİNE İŞLENEN HER CÜRÜM İSLAMİYET ALEYHİNE İŞLENMİŞ SAYILIR.” Türklerin dinini milliyetinden, milliyetini toprağından, toprağını mukadderatından kopartamazsınız. Çünkü Türkler dinleri sayesinde bir milliyete kavuşabilmişler, milliyetleri yüzünden topraklarına Türk toprakları denilmiş, Türk topraklarının mukadderatı kafirlerin yağmasına bırakılmayan topraklar olmakla belirginleşmiştir. Din. Milliyet. Toprak. Mukadderat. Türkler söz konusu olduğunda bu saydıklarımızdan birine düşman olan hepsine düşman olur. Bu saydıklarımızdan sadece bazılarına dost olduğunu ileri sürmeye kalkışan kimse bu yaptığını gerçekte hiçbirinin dostu olmadığını saklamak hepsinin mahvına açılan yolu genişletmek için yapmıştır. Yani bir bakıma Türkiye’de Türkiye hesabına casusluk yapmamak Türkiye’yi dünya haritasından silmek isteyen herhangi bir büyük gücün maşası olmayı kabullenmek demektir. Maşalığın en ideal formuna ise nasıl ulaşılabilir? Türkiye hesabına kaydedilebilecek her haklı yaklaşıma “çağ dışı” yakıştırmasını yapıştırın. Ne kadar tutarsa o kadar maşasınız. Çağ dışı olmak diye bir suç üretmeyi başarmışsanız suçluları yakalayacak bir kolluk gücü de temin edebilirsiniz. Türk düşmanlarına ideal maşa olan o kimsedir ki sahiciliğin hiçbir şey, çağdaşlığın her şey olduğunun yılmaz savunucusu haline gelmiştir. Buna mukabil Türk, sahiciliğini çağdaşlığı baş üstüne koyarak değil modern dünyanın türettiği değerlerin baskıcı vasfına boyun eğmemek suretiyle, yani çağdaşlıkla hesaplaşarak kazanmıştır. Türkün sahiciliğinden kaybetmesiyle ortama hakim olan neyse, o aynı zamanda modernliğin zorbalık anlamına bürünerek kazandığı şeydir. Modernlik insanın, Adem soyunun Yaratan’la yaratılmış arasında bir berzah olduğu düşüncesini inkar eden yaklaşımın bir sonucudur. İlahiyatın “Halk edenle”,” halk olunan” arasındaki irtibata bağlı olarak değil de insanın merkezi yeri işgal ettiği bir alanda ele alınmasını kabul eden ve sonunda modernliği doğuran bu yaklaşım Avrupa’da doğdu. Bu yaklaşım kendine gerek İbrani-Hıristiyan ve gerekse Grek-o-Romen kaynaklı istinat noktaları buldu. Kapitalizmin önce sözünün geçtiği, sonra mutlak hakim gibi algılandığı her bölgede yukarıda istinat noktası olduğunu söylediğimiz kaynaklardan üretilen birçok “modern şey” Avrupa medeniyetinin istinat duvarı özelliği kazandı. Duvarın berisinde Türklükten başka bir şey kalmadı. Neden İslamiyet değil de Türklük? Bu hem tarihi şartlar gereği ikisini birbirinden ayırmanın anlamsızlığı yüzünden böyledir, hem de kapitalizm dışında bir hayat tarzı aramanın bizi sevk ettiği yön bakımından böyledir. İslamiyet’i onun bayraktarlığını yapmadan üstün vasfıyla tanıyamazsınız. Türklük İslam bayraktarlığından başka bir şeyse onu anmaya değmez. Halbuki her anti-Türk tutumun Avrupa medeniyetinin kölesi değilse, müttefiki olmak zorunda kaldığını anlamak zor değil. Her Türk yanlısı tutumun ancak kapitalizmle topyekün uzlaşmazlığını belirgin kılarak anlam alanında kendine yer bulabildiğini de kolayca fark ediyoruz. Yinede bütün bunlar Türkiye’de Türkiye hesabına casusluk yapmanın zorluğunu ortadan kaldırmıyor. Ağır bir yük. Çetin bir uğraş. Bütün bu söylediklerimi ben söylemek zorunda kalayım istemezdim. İsterdim ki biri çıkıp bütün bunları daha da çoğunu, daha da güzelini bana söylesin. (Cuma Mektuplarından – İsmet ÖZEL)
"TÜRKLEŞMEK YAHUT AMERİKANLAŞMAK; ÜÇÜNCÜ BİR YOL YOK!"
Dünyada dönen olaylara değer hükmü yükleyişleri bakımından insanların ruhen iki fırka teşkil ettikleri sezgi yoluyla bile olsa anlaşılabiliyor. Değerlendirmesini insan hakları, demokrasi, piyasa ekonomisi ölçülerine uygun yapanlar dünyadaki en kalabalık fırkadır. Bu fırka modernleşme tasarısına haklılık tanıyanlardan oluşuyor. Batı medeniyetinin ortaya çıkardığı demokrasi, insan hakları, kazanç özgürlüğü gibi değerlerin insanlık için vazgeçilmez bir hayat çevrimi doğurduğu fikriyle hareket edenler yalnızca bir fırka teşkil etmekle kalmadılar; Onlar aynı zamanda zihinlerinde yeni bir Amerika türettiler. Gerçek Kuzey Amerika ile zihindeki Amerika sıkı bir irtibat halindedir. Amerikan hayat tarzı, medya ile ve medya yararına yaygınlık kazanan her şey, dünyanın en büyük sermayesinin kurduğu denetim mekanizması gerçek Amerika ile zihindeki Amerika arasındaki kan dolaşımını sağlamaktadır. Bu fırkanın insanları Amerikalı değillerse kurtuluşun Amerikanlaşmada olduğu kabulüne uygun davranış gösterir. Diğer fırka insan hayatında tayin edici etmenin tarih olması halinde insan hayatına bir mana atfedilebileceği görüşünü benimseyenler tarafından teşkil edilmiştir. Bu oluşumdan hüsnü zan ederek bahsetmek benim hoşuma gidiyor. Aksi halde, insan hayatının manalı olduğunu bilen bir fırka olmaması halinde ye’se kapılmaktan başka bir yol görünmüyor önümüzde. Tarihin tayin edici etmen olması ne demek? İnsan hayatında tarihin tayin edici bir rol oynaması ancak söz konusu hayatın adanmışlığının kabulüyle mümkündür. Bütün insanların hayatı adanmış hayatlardır. Her insanın elinde adanmışlığı reddetmek imkanı vardır. Her insan neye adanmış olduğu konusunda karar verme yeterliğinde yaratılmıştır. Tarih adı verilen kavrama insanlar ancak varlığın bir seyir takip ettiği görüşüne kavuşunca sahip olabilirler. Bir şey “var” ve o şey bir yerden gelmiş, bir yere gidiyor. İnsan hayatının anlamlı olup olmadığı ancak bu seyirle kıyaslandığı zaman ortaya çıkabilir. Tarih ardışık zamana uyarlanmış bir dizim değildir. İnsanların tek başlarına yaşadıklarıyla insanlığın yaşadığı arasında kurduğumuz anlam bağı tarihin konusudur. Bir insan ki onda kurulan anlam bağı muvacehesinde bir hesap verme fikri yoktur, o insanda tarih fikri aramak da beyhudedir. Tarih fikrini demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi cümbüşüne kapılanlar içinde aramak ise büsbütün beyhudedir. Çünkü bu zavallılar bulundukları yere üst üste birçok inhiraf (bozulma, sapma) neticesinde geldiklerini fark etmekten acizdirler. Gelinen yerin eleştirisiyle sahip olunabilen tarih fikri Amerikanlaşma sürecini fiilen kundaklayan bir fikirdir ve (Sıkı durun!) tarih fikri “Türkleşmeyi” icap ettirir; kaçınılmaz kılar. Toz duman arasında kolay fark edilemeyeceğini itiraf etsek bile bugün Türkleşmekle Amerikanlaşmanın tarihin bir cilvesi olarak tercihe konu edilecek iki seçenek halinde karşımıza çıktığı gerçeğini bilmekle vazifeli olduğumuz hususu ortadadır. Ortada ve fakat etrafını toz duman bürümüş. Bu hususun aydınlığa kavuşturulması için öncelikle dikkat çekmemiz gereken nokta son zamanlarda George W. Bush’un “haçlı seferi” bahsini açmakla gaf yapmadığı; onun yaptığının sadece bir şeyi ağzından kaçırmaktan ibaret olduğu noktasıdır. Haçlı seferine katılanlar yerküre üzerinde Amerika adını alacak bir kıta olduğundan habersizdi. Oysa şimdi bu yeni kıtanın hükümranları işlerini düzene sokmak için sefer düzenleme ve bu seferin haç taşıması zaruretine düşmüş haldedir. Şurası açık seçik bilinsin ki “Türkleşmenin” haçlı seferleriyle kopmaz bir biçimde bağlı olduğunu bilmeyen veya unutan kimse felakete uğramış sayılır. Bir söylentiye göre şimdi bütün dünyanın “Türkiye” olarak adlandırdığı topraklara bu ismi üçüncü haçlı seferi sırasında veren Friedrich Barbarossa (1122-1190) imiş. Tarsus çayında boğulmuş. Türkiye ile haçlı seferlerinin bağını hatırlattıktan hemen sonra ister günümüze gelelim veya istersek derhal başa dönelim. Hiç fark etmeyecektir. Her iki hareketimizin de bizi çıkaracağı aynı kapıdır. Kapının bir yanıyla kapitalizmin normal ve olağan sayıldığı bir anlayışa, öteki yanıyla kapitalizmin anormalliğinin vurgulanmasıyla kalınmayıp bir sapıklık olduğu gerekçesiyle tel’in edilmesi gerektiğini kabul eden bir anlayışa açıldığını görmek lazım. Herkes bu kapıdan bilerek ve isteyerek geçer. Herkes bildiği ve istediği tarafı seçer. Herkesin muhatap olduğu soru şudur: Hayat para hakimiyeti gölgesinde sürdürülmek zorunda kalınan bir zillet midir; yoksa hayat insan şerefinin korunmasını mümkün kılan bir alanda pekala sürdürülebilir mi? İnsan şerefinin korunmasını mümkün kılan alan “Türkleşme” alanıdır. Para hakimiyeti gölgesinde ki alan “Amerikanlaşma “ alanıdır. Çok mu abarttım? Buyurun, tarihe müracaat edelim ve soralım: Dünyada bir zamanlar “Venedikli! Venedikli!... Son saatin yaklaştı” sözlerini sarf edebilecek Türklerden başka kim vardı? Venedik ve diğer İtalyan şehir devletleri kapitalizmin ilk bağlantılarını oturtan ve dünya işlerinin yürütülmesinde mali gücün etkinliğini başlatan teşkilatlardı. Bu sırada Türkler miyarı (ölçüsü) haysiyet ve hakkaniyeti muteber kılmakla tekevvün (oluşma, oluş) eden bir toplum düzenine hizmet etmekle meşgul idiler. Amerikanlaşma henüz Amerika’nın neresi olduğu bilinmeden, Türkleşme henüz Türklüğün ne olduğu bilinmeden doğmadan başlamıştı. Dünya sisteminin ilk merkezinin, ilk metropolünün, ilk “Manhattan”ının İtalyan site devletleri olduğunu biliyoruz. Bu devletler arasında rekabet etseler ve Avrupa’nın geri kalan kısmındaki hükümdarlarla çatışsalar bile onların yegane yalıtık oldukları yer Türkiye ve teb’an uyuşmaları beklenmeyen insanlar Türkler (belki Türklüğün öncüleri demek daha doğru) idi. Tarihe müracaat ettiğimiz zaman sonunda Amerikanlaşmaya varacak olan kapitalistleşme ile Türkleşmenin nasıl farklı mecralar içinde akış gösterdiklerini anlayabiliriz. Dünya tarihinin herhangi bir milli anlayışı haklı çıkaracak şekilde yorumlanmasını kötü, yanlış ve “tehlikeli(!)” görenler Amerikanlaşmanın şu veya bu dereceden memuru olurlar. Kapitalistleşme ve onunla aynı anlama gelen Amerikanlaşma ile Türkleşme arasında nasıl bir tarihi yatak farkı olduğu vakıasını anlamak isteği de Türkleşmenin başlangıcıdır. Kolayca fark edeceğiniz gibi bir insanın kurtulması için kurtulmayı istemesi yeterlidir. Türkler bir başları olması hasebiyle kapitalizm karşısında baş olma başarısına ermiş tek millettir. Aynı sebepten ötürü Amerikanlaşmanın ifsat edemediği, kokuşmaya uğratamadığı ilk millet olmaya adaydırlar. Acaba millet namzedi olmaktan millet olma merhalesine ulaşmak biz Türklere nasip olacak mı? Asli manada millet haline gelme sürecinde ilk anlayacağımız şey dünyada dört yüz seneden beri görülen siyasi çalkalanmaların hepsinin kapitalizmin yerküreyi istimlak etme çabalarından doğduğudur. Türkiye hiçbir kapitalist kuvvet tarafından istimlak edilememiş, kapitalistleşmede mesafe kat etmiş hiçbir devletin müstemlekesi durumuna düşmemiştir. Türklerin istiklal uğruna katlandıkları her mihnet, yok olma tehlikesini savuşturma gayesiyle göze aldıkları her direniş göze çarpan bir atılımı işaret etmese bile feraset sahiplerinin gözünde bir oluşuma belgelik etme değeri kazanmıştır. Bu belgeleri ibraz etme işi son çağın ilk milleti olma niyeti taşıyan herkese kalmış. Mali imkanlardan, sermaye gücünden ötede bir dayanakla dik durabilme özlemiyle dopdolu olan bir dünya Türkleşmenin desteğini arıyor. Neden böyle? Çünkü dünyadaki hastalığa karşı hastalığın müsebbibi sömürgecilerden bir çare temin etmek nasıl mantığa aykırı ve imkansızsa, bu hastalığın çaresini bulmak için sömürge durumuna düşmüş ülke ve milletlerin aklına uymak o kadar mantığa aykırı ve imkansızdır. Dünyanın sıhhate kavuşması ancak ve ancak Türkleşmiş bir bünyeyle mümkün olabilecektir. Türkiye sadece jeopolitik konumu sebebiyle değil, üstün veya alçak bir toplumsal şahsiyeti temsil etmede göstereceği performans bakımından dünyanın en dikkate değer ülkesi durumundadır. Biz burada yek vücut toplum muyuz? Türkiye Türkleşme yolunda bir anlamı yüklenme gücüne sahip yöneticilere sahip midir? 11 Eylül saldırısından sonraki süreçte Türkiye’de sorulabilecek en ciddi soru ABD yetkililerine bazı parmakların bir şeyleri işaret edip etmeyeceği ve eğer edecekse hangi parmakların nereyi ve kimleri göstereceği sorusudur. Mezkur saldırı ikbale ermek ve hasmını mahvetmek isteyenlere büyük bir fırsat sağlamıştır. İkbale ermeyi Amerikanlaşmada arayanlarla Türkleşmede arayanların, hasmını Amerikanlaşma veya Türkleşme suçlamasıyla mahvetmek isteyenlerin ayıracı olan günler bu günlerdir. ( Cuma Mektuplarından – İsmet ÖZEL )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)