31 Ekim 2024 Perşembe
"(ANAHTARI ISKALAYIP) SAPINI TUTANLARIN PARTİSİ?"
Yıllar önce bir un fabrikasında çalışan arkadaş anlatmış idi: Behemehal, fabrikaya sendika sokmaya kalkışmışlar, patron duymuş ve elebaşıları odasın da ictima etmiş-toplamış? Tabi ki sin-kaflı küfür-kıyamet faslından sonra, "(sendika-mendika yok, canınız isterse) İŞTE KAPI, İŞTE SAPI?" deyivermiş. Bende mukabelen "- siz ne yaptınız?" deyu sorduğum da ise, (utana-sıkıla) ne yapalım -mecburen- "-sapını tuttuk, ağbi?" demiş idi..
Ha bunlar da boyle, "(anahtarı ıskalayıp) sapını tutanların partisi?" (Hendek / AHZAB Hattı)
"Cumhuriyetçi ve milliyetçi kanadın belirgin bir lideri yok, ki bahsettiğimiz sebepler'den dolayı olmaması daha iyi aslında. Bu bir (MÜSTAKİL) kadro hareketi olacak, öyle görünüyor ve zaten buna ihtiyaç var." (Ekşi'den;)
-Amerikan bankerleri- ülkemizi "parsel-parsel" satar olmuş, şu "haşlakların" derdine bak? Veyl olsun size, bre nâdanlar!.
25 Ekim 2024 Cuma
24 Ekim 2024 Perşembe
"TEK NEFES, TEK SES OLMAK GEREK"
PROF. DR. KEMAL ÜÇÜNCÜ
@ProfKUcuncu
"2017 sürecinde İYİP kurulurken milliyetçilik artık NATOCULUK ve Neoliberalizmden ayrılıp tarihsel birikimiyle yeniden el sıkışmalıdır dedim.
Bir avuç arkadaşım Sezgin Hoca, Hakan Bey kardeşim, Halim kardeşim şahit biz böyle bir yapıda olamayız ihtiyaç bu değil dedik. Bütün Kalın Oğuz Beyleri yığınak oldu.
Sonra Neo-Liberalizm rezervimin ne kadar doğru olduğu görüldü Zafer Partisi kamucu eksende yükseldi.
NATO’yu, Trilateral’i, WEF’i, CFR’yi Neoliberalizmi etüt edin lütfen.
Nato bize artık düşmanlık yapıyor.
En azından eleştirel durun. Bel bağlamayın.
Ben cepheden karşıyım
İkinci Milli Kurtuluş Savaşını başka türlü kazanamayız."
"Katil cinayet mahallesine ilk gelenlerdendir.
İlk NATO geldi. Hızlı bir taziye yayınladı
Hüseyin Peyda rollerini biliriz biz?"
"Gladyonun, Çerakis-i MİYYT’in davulcu yellenmesi sözlerini hikmet diye alıp Türk milletine koşan düşük IQ kafilesinin Tengri Teala hiç kuşkusuz müstahakını verecektir ama siz de minareye leblebi serpin ki bir vasıta oluşsun?
Ülkeniz söz konusu!."
"İkinci Milli Kurtuluş Savaşını antiliberal Nato karşıtı milliyetçiler kazanacaktır.
Tablacı milliyetçilik 22 Ekim’de bir bütün olarak bütün versiyonlarıyla tarihe gömüldü. İp atanlar, NATO diyemeyenler yeni tabloda size yer olmayacak."
22 Ekim 2024 Salı
Altına imzamızı atıyoruz;
OKTAY YILDIRIM
@oktayyildirim__
7 yıl geçirdim o parmaklıkların arkasında.
Dağda da okurdum, orada da okudum.
Dağda da savaşırdım, orada da savaştım.
Dağda da korkmazdım, orada da korkmadım.
Gerekirse o dağa tekrar çıkmaktan da, o parmaklığın arkasına bir daha gitmekten de korkmam.
Benim için önemli olan hangi itin nerede geberdiği değil.
...
Binlerce Türk genci devşirilip zehirlenerek kendi milletine düşman edildikten sonra, geberse ne olur gebermese ne olur...
Türk ordusunun en mahrem planları düşman eline geçip, birlikleri dağıtıldıktan, komutanları hapsedildikten ve tarihinin en ağır itibar kaybına uğradıktan sonra, geberse ne olur gebermese ne olur...
Türk devletinin, adliyesi güvenilirliğini, mülkiyesi itibarını, hariciyesi birikimini, tıbbiyesi Hikmet'lerini kaybettikten sonra, geberse ne olur gebermese ne olur...
İnsanlar bir kuduz itin ölmesine sevinmezler, hele ondan kendilerini koruyamamışlarsa, o kuduz it mikrobunu sağa sola bulaştırmışsa hiç sevinemezler.
Ne yazık ki, ben de sevinemiyorum.
Sadece o kuduz itin mikrobunu her tarafa bulaştırmasını, bu memleketin öz evlatlarına saldırmasını, makam kaybetme korkusuyla sessizce izleyen, terfi almak için işini kolaylaştıran, iktidar uğruna onunla ortak olan kim varsa hepsine o kuduz itten daha öfkeliyim.
Çünkü o sadece bir kuduz it idi, diğerleri ise bir kuduz ite itlik edenlerdi.
(LANETULLAHİ ALEYKÜM ECMAİN)
21 Ekim 2024 Pazartesi
"MÜSTAKİL MİLLİ NİZAM DÜZENİNE GİRİŞ" - 1 -
Hoca, "Türkıyenin meselelerinin çözümü" hakkında izahat vermiş (ömrüne-bereket).
Not: (Ehemmiyetine binâen) "Kanala abone olunması" rica olunur!.
19 Ekim 2024 Cumartesi
16 Ekim 2024 Çarşamba
10 Ekim 2024 Perşembe
PATRİKHANE EKÜM-ENİĞİ GÖLGESİNDE "PONTUS OROSPULUĞU"
- Beyin mamcıklaması dedikleri böyle birşey olsa gerek? Vatanın - milletin istiklâli ve selameti namına bu meseleye dahi dikkat çektiğimizde bizi tazir edip, küçümseyenler bu resme iyi baksın!. Ve "beynelmilel-ümmetçi - osmanlıcı mel'anetin" nerelere vardırılmaya çabalandığını o "kuş beyinlerine?" soksun? Birde -üç hilâl ekleyerek- "Düşünsene Trabzonlu değilsin... Tövbe Estağfurullah" yazmış, "gâvur-oflu" Doğrusu; "DÜŞÜNSENE TÜRK DEĞİL, GÂVURSUN... (BİNLERCE KERRE) TÖVBE ESTAĞFİRULLAH" diyeceksin, "türkücü-haşlak" seni?
(Hendek / AHZÂB HATTI - "VATAN SATHI")
9 Ekim 2024 Çarşamba
"BİR YOLA; İKNA EDİLMİŞLERLE DEĞİL, 'İNANMIŞ' -İMAN ETMİŞLER İLE- ÇIKILIR"
-Deniz GEZMİŞ (Merhum'un)- İdamından Önce, Babasına Yazdığı "SON MEKTUP"
- TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE - "YA VATAN YA ÖLÜM"
Ve "AZİZ TÜRK MİLLETİ" Bir takım "hâkimler ve onların mahkûmları" olarak tasnif edilemez!.
2 Ekim 2024 Çarşamba
"(güya) Millete verirler şân ile NİZAM bin-arıza bulunur hanelerinde?"
"hedefimiz peygamberimizle sohbete katılmak" demiş? (haşa ve kellâ) "Allah ile sohbet ediyorum" diyebilen? (haşlak kabile-şefi) hasan mezarcı mel'unun'dan ders aldığı anlaşılıyor? müddei iddiasını isbat ile mükelleftir ki, o evsafın adamı değiller? Bize de; "Allah'ın ve yarattıklarının lâneti (yoldan çıkmış) yalancı - mel'un - münafıkun üzre olsun", demek düşer..
Allah (Azim eş-Şan) şerlerinden muhafaza buyursun.
"(kusana-kadar) Nemalandılar, nemalarını Allah versin BELÂLARINI?!.
(Amin, bi-hürmeti Seyyid el-Mürselin)
- padi-şah-zâde falan değil, burası da "suudi-amerika krallığı" değildir, "Aziz Türk Vatanı"dır. Deriz ki; "Paşa-paşa cehenneme zümerâ"... - Müflis kimdir?; "iblis (aleyh el-lâne) ile hâşrolacak" olandır! - (AHZÂB Hattı/Hendek)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
İSTİKLÂL ELİFBASI NEŞROLUNDU!
İstiklal Marşı Derneği

-TÜRK MİLLİYETÇİLERİ- "Varsa devran içinde devran bu devranın devranıyız biz, o canlar ki cananından taşra düşmüştür cananıyız biz. Gönül mahzun ay karanlık yıldızlar gözden nihan olsa da arşı-ferşi ışıktan titretecek bir aydınlık imkânıyız biz. İnce bir yağmura gerçi asılmıştır -Serez'in Esnaf Çarşısı'nda- uzadıkça uzar gölgesi darağacından o asırdan bu asıra Şeyh Bedrettin-i Simavi'nin elhâk/devamıyız biz. Geçer mermi ıslıklarıyla/tek tek vurduğunu dağıtan sunturlu mısralar rediflerin gümbürtüsü akla ziyan tantanalı bir kavganın demek gazelhanıyız biz. Tohum ağaç ve orman ölümün içerdiği hayat buhara inkılâp eden su -İriş Dede Sultanım İriş- gün bu gün saat bu saat diyalektiğin fermanıyız biz" (merhum) -Atilla İlhan-
"Türkçeden İslâm’a Giriş"(7'ci Kitap)

"İstiklâl Marşı Derneği olarak hem Kur’an okumayı hem de Türkçe okuma yazmayı öğrenip ve öğretebileceğimiz bir kitap hazırladık. Çünkü hem Kur’an-ı Kerim ve Türkçe hem de öğrenmek ve öğretmek birbirinden ayrılamaz. Türkçeden İslâm’a Giriş serimizin bu yedinci kitabına da Anadile Eğilim ismini münasip bulduk. Zira bizim anadilimiz Hatice anamızın, Ayşe anamızın, Fatıma anamızın dilidir. Anadilimize eğilmek yazımızı geri almamızı, yazımızı geri almamız da kaybettiğimiz her şeyi geri almamızı sağlayacak. Gayret bizden tevfik Allah’tan."
"İSTİKLAL TAKVİMİ"
Türk İstiklal Hareketi
Ali Ulvi Kurucu (Hatıralar - 3) M. Ertuğrul Düzdağ KAYNAK KİTAPLIĞI

"Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, Türkiyemizde ve Müslüman ülkelerde milyonların tanıdığı bir zat... Sevimli çehresi, Muhammedî güzel ahlâkı, ruhlara hitap eden millî, dinî şiirleri ve insanı manevî âlemlere alıp götüren gönül sohbetleri ile bir illim ve irfan önderi... Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, bir Anadolu çocuğu... İlk feyzini doğduğu muhitten aldıktan sonra yüksek tahsilini Kahire'de yapmış; son elli altı senesini Medîne-i Münevvere'de yaşamış ve orada vefat ederek, sahâbîlerin yanına uzanmış mes'ud bir insan... İslâm dünyasının manevî ve siyâsî binbir hâdise ile sarsıldığı yakın tarihi bizzat yaşamış; önemli olay ve şahsiyetlerle tanışmış; bir Müslüman aydının, aydın bakışı ile bunları değerlendirmiş, bir fikir ve mânâ büyüğü... Onun hatıraları, bizler için, bir ilim, irfan ve maneviyat kaynağı olduğu kadar, yakın tarihimiz için de bir "şifre çözücü" ve geleceğimizi tâyinde bir yol gösterici olacak..."
"HAKK'IN SESLERİ -2-"
“İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları!...” ( Neml suresi; 52. ayet ) Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, ziyaretçisiz mezarından; Yürekler parçalar bir ağıt dinler yol güzergahından. Bu matem, kim bilir, kaç kırgın kalbin gubarından(tozundan); Coşup, çağlamakta, son ümidinin son hayal kırıklığından. Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım; Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım; Ne yapıp ye’simi(ümitsizliğimi) kahreyliyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!... Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu! Bu ne hicran-ı müebbed, bu ne hüsran-ı mübin… Ezilir ruh-i sema, parçalanır kalb-i zemin! Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp, Yükselen, ruhlar topluluğu! Sakın arza bakıp; Sanmayın: Şevk-i Şehadetle coşan bir kan var… Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var! Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!
Tükürün cephe-i lakaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün gavurların o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahluku görün:
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!
Mehmet Akif ( Rahimehullah )
Tükürün cephe-i lakaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün gavurların o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahluku görün:
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!
Mehmet Akif ( Rahimehullah )
"HAKK'IN SESLERİ -1-"
“Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiği zaman: “Biz ancak ıslah edici kimseleriz!” derler. İyi bilin ki; Gerçekten asıl bozguncular onların ta kendileridir, lakin farkında (bile) olmazlar.” (Bakara:11-12) Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti, Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müthiş ayeti! Ey vatansız derbederler, ey den’i kundakçılar! Milletin, az çok, duran bir dini, bir namusu var. Şimdi nöbet onların… Yansın da onlar, öyle mi? Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık alemi! Ey, haya namında bir hissin vücudundan bile, Pek haberdar olmayan, yüzsüz, hayasız! Bak hele! Arkasından takla attın en den’i bir şöhretin; Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mahiyetin! Bir külah kapmaksa şayet bunca hırsın gayesi; Kendi namusun olur er-geç onun sermayesi. Yoksa, namusuyla, vicdanıyla halkın oynama… Sonra kat kat nasiyenden sarkacak birçok yama! Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya, ey cani, “bürün”; Hem bütün dünyayı ifsad eyle, hem ıslahcı görün! Kendi ırzından cömert olmaksa kasd’ın eğer; Kendi malındır senin, hakkın tasarruf, kim ne der? Milletin, lakin ma’sum olan evladına, Verme bir melun temayül mübtezel mutadına(rezil alışkanlık) Biz ki her mevcudu yıktık, gayesiz bir fikr ile; Yıkmadık bir şey bıraktık… Sade bir şey: “Aile.” Hangi bir bünyanı mahvettik de ıslah eyledik? İşte viran memleket! Her yer delik, her yer deşik! Bunların tamiri kaabil… Olsa ciddiyet, sebat; Lakin, Allah etmesin, bir düşse şayet, ailat, En kavi kollarla hatta kalkamaz imkanı yok. Kim ki, kalkar der, onun hayvan kadar iz’anı yok! “Ailevi bir inkılap olsun!” diyen mey’us(kederli, ümitsiz) olur; Başka hiçbir şey kazanmaz, sade bir deyyus olur. Çünkü “çıplak” inkılabatın rezalettir sonu… Ey den’i kundakçılar, biz sizde çok gördük onu! Bir de halkın dini var, sık sık taarruzlar gören. Hale bak: Millette hissiyatı oymuş öldüren! Dini kurban etmeliymiş, mülkü kurtarmak için!... Tut da, hey sersem, bu idrakinle sen alim geçin! Hangi millettir ki fertlerinde yoktur hiss-i din? Başka kavimlere bir bak: Dini her şeyden metin. Düşme ey avare millet, bunların hızlanına; Vakıfız biz hepsinin pek muhtasar(kısa) irfanına: Şark’a bakmaz, garb’ı bilmez, görgüden yok vayesi(nasibi); Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi! (Mehmet Akif-Rahimehullah )
"ALLAH BANA YETER O NE GÜZEL VEKİLDİR"
-O halde, dünya hayatını ahirete değişenler, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, biz onu büyük bir ecirle mükafatlandıracağız. -Size ne oluyorda; “Rabbimiz Bizi halkı zalim olan şehirden çıkar, katından bize bir dost ve yardımcı gönder.” Diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? -İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise şeytan yolunda harbederler. Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi pek zayıftır. (Nisa: 74-76) -İnkar edenler, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını ve tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle. -Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vaz geçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. -Eğer yüz çevirirlerse Allah’ın sizin dostunuz olduğunu bilin; O ne güzel dost, ne güzel vekildır. (Enfal: 38-40) Kadisiye günü Rebia bin Amir’in İran orduları başkomutanı; Rüstem’in “Siz buralara niçin geldiniz?” sorgusuna verdiği ölümsüz cevabı hatırlayalım: “-Allah bizi yer yüzündeki insanları kullara kul olmaktan kurtarıp bir tek Allaha kul etmek için gönderdi. Allah bizi insanları batıl dinlerin zulmünden İSLAM’ın adaletine ulaştırmak için gönderdi. Allah insanlara en son elçisini ve en son dinini gönderdi. Kim onun dinini kabul ederse ona dokunmadan döner yurdumuza gideriz. Kim karşı çıkarsa onunla iki hayr’dan birine ulaşıncaya kadar mücadele ederiz.Yani ya şehit olup cennete gidinceye; Yahut galip gelip gazi oluncaya kadar CİHAT ederiz.” -Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. (Yoldaki İşaretler’den)
Kul Olmak Yetmez;"DOST" Olmak Lazım
- “O Allah ki sizi yeryüzünde halifeler kıldı ve verdiği nimetleri üzerinde sizi imtihan etmek için sizin birinizi diğerinize derece bakımından üstün kıldı.” (En’am: 65) Hayatıma yemin ederim ki, Hak Teala hizmetini can u gönülden yapmadıkça O’nun dostu olmaklığın mümkün değildir. O’nun dostu olduktan sonra sana ondan gelen ne olursa olsun hepsi lutufdur. Bu ister kahr, ister cefa olsun. Hepsi tatlı bir okşamadır. Halbuki gafillerin kendi istekleriyle kendi başlarına getirdikleri işler onların uyanıp Hakk’a dönme-lerine değil, gönüllerinin daha fazla tefrikaya düşmesine sebep olur. Onun için Hakk’a teslim ol. Kendi işinle O’nun işini birbirine karıştı-rıp şunu ben yaptım, şunu O yaptı deme. Nefsinin sıfatlarına tabi olma. Senin hicabın yine sensin. Sen bütün varlığınla kendi hicabınsın. Onun için, bütün varlığınla fani olmadığın müddetçe müşahedeye erdirilmeğe layık olamazsın. Çünkü nefs, azgın bir köpektir. Köpeğin derisi ise tabaklanmadıkça temiz olmaz. Nefsle mücahedenin gayesi nefsin sıfatlarının ifna(yok etmek) edilmesi-dir. Nefsin kendisinin ifnası(yok edilmesi) değildir. Çünkü nefs, devamlı havlayan bir köpektir. Ona sahib olabilmenin çaresi de riyazattır. (nefsin arzularına karşı kendini tutma) Hakk Teala Hazretleri kendi dostlarına bela libası(elbisesi) içinde gizli birçok lutuflarını göndermektedir. Mihnet(zahmet) libası içinde nimet vermektedir. Cenab-ı Hakk’ın hikmetlerinin acaib ve garaibi pek çoktur. Kader ve kaza esrarı beşerin zayıf aklının idrak edebileceği şeylerden değildir Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki Peygamberlerin sünneti ve velilerin sireti (ahlak ve karakterleri) kazaya rızadan ibarettir. Dest-i kaza(kaza eli) seni yerde eritir, yok eder, yahut okşarsa Hakk dergahının kapısına otur, ağlama. Hadis-i şerifde; -“Allah Teala kulunu sevip dost edinirse kaza bulutlarıyla bela yağmur-unu yağdırır da yağdırır. Bazen de onu kovalarla döker.” buyurulmuşdur. Böyle yapar ki sadıkla kazib(yalancı), hakla batıl meydana çıksın. Muhabbet yüksek bir mertebedir. Hem de çok yüksektir. Bu davanın bürhanı(delili) belaya sabır ve kazaya rızadır. “Evvela sabır, sonra şükür.” ( Faslu’l Hitab Tercemesin’den )
Kavl(Görüş), Amel Ve İtikatta:"TARİKAT MEŞAYIHI"
Din büyükleri, yakin(şüpheden kurtulmuş) ehillerinin rehberleri zahiri ve batını ilimleri elde etmişler, Müslümanlık ahlakını en yüksek derecede yaşayarak kemale ermişlerdir. Onların akaidleri en doğru ve açık usulüyle meydandadır ki, “Kitab, Sünnet ve icma-ı ümmete” dayanır. Nakli ve akli delillerle te’yid olunmuştur. Bununla beraber bu yolun sultanları imanın tadını almış, vecd(şiddetli dini duygu ve heyecan hali) ehilleri ve keşf ehilleridirler. Hak Subhanehu ve Teala Hazretleri onlara o kadar lutfetmiştir ki; Onları kendine dost edinmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvanın en yüksek derecesine yükseltmiş, kalplerini marifet nurlarıyla aydınlatmış; onlar da bütün masivayı (Allah’dan başka her şey.) terk ederek Allah’a yönelmişler, Allah’ın onlara verdiği “Nur” hicapları yırtıp kaldırmış, onların sırları Arş’ın etrafında cevelan eder olmuş, onlar masiva kayıtlarından kurtuldukları için azimet ehli olmuşlar, mü’minlerin hasları olma seviyesine gelip tahkike(hakikate) ulaşmışlar, bugüne kadar bu ali himmetleriyle ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebini ve akaidini Kitab ve Sünnet ile te’yid edip bid’atcıların ve ehl-i delaletin iğvalarından((azdırma) ve saptırmalarından temiz tutmuşlardır. Hidayet semasının yıldızları olmuşlar, delalet şeytanlarını koğmuşlar, böylece Hakk yolunun saliklerini(yolcu) Kur’an ve Sünnete bağlamışlardır. Cenab-ı Hakk onları velayet nuruyla te’yid etmiş, onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmet ve hikmetiyle mü’minlere göstermiş, mü’minlerde bu velilerimizden istifade etmişler, feyz almışlardır: - “Onlar o kimselerdir ki Allah onların kalblerine imanı yazmış, kendinden bir ruh ile de onları te’yid etmiştir.(desteklemiştir).” (Mücadele:22) Onlara düşmanlık eden veya haklarında kötü düşünen farkına bile varmadan helak olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah vardır. Onlar Allah’ın yardımına mahzardırlar. Onların gönüllerini Allah sevgisi sarmış bulunduğu için dünya dertlerinden ve bütün masivadan tamamen yüz çevirmişlerdir. Onların itikadlarının temizliği ve sağlamlığı nasiyelerinde(alınlarında) okunur. Ezeli inayet(yardım) onların imdadına yetişmiş olmakla inat, niza ve muhalefet damarları onların gönüllerinden çekilmiştir. Böylece onların gönülleri Cenab-ı Hakk’ın rahmet nazarlarına mahzar olmuştur. Bunu beyan için Cenab-ı Hakk: - “Onlar birbirleriyle muhalefet halinde olmağa devam edicilerdir. Ancak Rabbinin rahmet ve merhametine mahzar olanlar müstesna!”(Hud:118-119) diye bildirmiştir. Allah’ın tevfiki onların refikidir. Bunlar tefrika, düşmanlık, çekişme, muhalefet ve ihtilaflardan kurtuldukları için Allah’ın bütün mahlukatına şefkat ve rahmet nazarıyla bakarlar. Düşmanlık ve çatışma azabından kurtuldukları için Rasulullah -sallallahu aleyhi ve selem- onları “Fırka-i Naciye”, yani kurtulmuş fırka lakabıyla müşerref kılmıştır. Hadis-i şeriflerinde: - “Ümmetim yetmiş üç millete veya fırkaya ayrılacak. Bunların hepsi de ateşte, yahut cehennemdedir. Ancak birisi müstesna,” buyurmaları üzerine Sahabe-i Kiram: - O fırka hangisidir ya Rasulullah diye sorduklarında Rasulullah: - “Benim ve ashabımın olduğu yolda( istikamette) olanlardır ki o da Sevad-ı A’zamdır.” buyurmuşlardır. (Sevad-ı A’zam: Allah’ın emrini ayakta tutan, Rasulullah’ın sünnetine sımsıkı sarılan ve bu yolu her şeye rağmen terk etmeyenlerdir. Bunlar kıyamete kadar her cemaat içinde bulunacaklardır... (Şir’atü’l İslam’dan) İmam Gazzali -kuddise sirruh-, “El-Munkızu mine’d - dalal” kitabında kendi ilk hallerini anlattıktan sonra der ki: “Uzun bir müddet halvette kaldım, yani uzlet ettim. Bu zamanda bana öyle sırlar açıldı ki, onları anlatmak, derinliklerine inerek ifade etmek mümkün değildir. Mü’minlerin istifadesi için zikredebileceğim kadarı şudur: Yakinen anladım ki Allah yoluna hakikaten suluk edenler sufilerdir. Onların yaşayışları en güzel yaşayış, yolları en doğru yol, ahlakları en temiz ahlaktır. Dünyanın en akıllı insanları, en yetkin feylesofları onların hayat tarzından daha güzel bir hayat tarzı ortaya koymak için bir araya gelseler buna güç yetiremezler.” Din büyükleri tarikat hakkında özet olarak şöyle derler: Tarikatın ilk şartı kalbi temizlemek, yani kalbi masivadan, Allah’dan gayrı her şeyden tamamen temizlemektir. Namaza başlarken alınan tahrim yahut iftitah tekbiri ne ise bu da onun gibidir. Kalp masivadan tamamen sıyrılıp temizlenmedikçe Zikrullaha dalması mümkün olmaz. Seyr u sülukun sonu tamamen Allah’a vasıl olmaktır, yani fena fiş-şuhud’dur. (müşahade ve şahid olma) İmam Gazzali devamla diyor ki: “Kime böyle bir ders verilmemişse o kimse nübüvvetin hakikatini anlayamaz. Sadece ismini bilir, o kadar. Velilerin en son nail oldukları kerametler, hakikatte Nebilerin başlangıçtaki halleridir. Bu öyle bir haldir ki, yoluna gelen ancak zevkine varırsa anlayabilir Zevkine varamayan ise varanların sohbetine ihlasla devam edip söylenenleri anlamaya çalışsın. Bunlar hep tecrübe edilmiş şeylerdir. Onlarla oturan, meclislerine devam eden onlardan istifade eder. Buna böyle inanmak bu yolun saliklerinin anlayışıdır. Onlarla oturan asla şaki (bedbaht) olmaz.Onların sohbetlerine devam etmeyen kimse de onları bu husustaki bürhanlarla, ilahi delillerle anlamaya çalışsın. “Çünkü onların zahiri ve batını bütün hareketleri; Nübüvvet nurunun gösterdiği yolda devam etmektedir.Yeryüzünde ise Nübüvvet nurundan başka HİDAYET nuru yoktur.” (Faslu’l Hitab Tercemesinden)
Blog Arşivi
-
▼
2024
(87)
-
▼
Ekim
(11)
- "(ANAHTARI ISKALAYIP) SAPINI TUTANLARIN PARTİSİ?"
- "SİPER ET GÖVDENİ, DURSUN BU HAYÂSIZCA AKIN"
- "TEK NEFES, TEK SES OLMAK GEREK"
- Altına imzamızı atıyoruz;
- "MÜSTAKİL MİLLİ NİZAM DÜZENİNE GİRİŞ" - 1 -
- - AMERİKANCIKİST - "YABAN DOMUZU SÜRÜSÜ" - AL SANA...
- ESAS DOMUZCULAR VE TIYNİYETLERİ;
- Rikardone domuzunun kıçını da yalasanız, kahr olac...
- PATRİKHANE EKÜM-ENİĞİ GÖLGESİNDE "PONTUS OROSPULUĞU"
- "BİR YOLA; İKNA EDİLMİŞLERLE DEĞİL, 'İNANMIŞ' -İMA...
- "(güya) Millete verirler şân ile NİZAM bin-arıza b...
-
▼
Ekim
(11)
يشار علي تركي
"EFENDİM (S.A.V.)" - M. Necati Bursalı (Rahimehullah) -
"Alemler yaratıldı hürmetine Efendim Melek insan hayrandır sünnetine Efendim Sen Habib-i Hüdasın, mislin ve benzerin yok Ne kadar şefkatlisin ümmetine Efendim Adalet ve hürriyet seninle kemal buldu Bir kıl dahi geçmedi zimmetine Efendim Nice gözler vardır ki daha dünyada erdi Gül cemalini görmek nimetine Efendim Padişahlar kölendir, benim aklım ermiyor Senden uzak insanın cinnetine Efendim Alemde Bilal olmak herkesin kârı değil Aklı olanlar koşar minnetine Efendim Yüzün gülzar-ı cennet, nazarın kalbe şifa Sensin tabip beşerin illetine Efendim Yüce Allah katında şanın o kadar büyük Gönderildin “İbrahim Milletine” Efendim Kim ki seni tanımaz, sana bende olmazsa Bir nihayet yok onun zilletine Efendim Alemlere rahmetsin, müjdelerle geldin sen Güvercin kanat gerdi hicretine Efendim Vasfından aciz diller hiç bir söz kâfi değil Şanına, şerefine, izzetine Efendim Hep gıpta etmekteyim seni gören gözler Nasıl doydu vuslatın lezzetine Efendim Sendeki güzel sabrı hiç kimseler bilmedi Gülüp geçtin kavminin hiddetine Efendim Şu Necati hakirin derdi başından aşkın Dayanamaz hasretin şiddetine Efendim Taif’te ve Uhud’da bir lahza sarsılmadın Hep güvendin Allah’ın kudretine Efendim Gönlün göklerden geniş, ay nuruna pervane Cebrail vezir senin devletine Efendim Aşkına yanan kula artık mahzun olmak yok Gark eder hazreti Hakk rahmetine Efendim Seni bilmeyen kişi şu büyülü dünyanın Niye katlanır bilmem zahmetine Efendim Nebiler sana müştak yarın bu güzel ümmet Kuşlar gibi koşacak Ahmed’ine Efendim."
"Ormanda Büyüyen Adam Azgını;"
Ormanda büyüyen adam azgını Çarşıda pazarda insan beğenmez Medrese kaçkını softa bozgunu Selam vermek için kesan(kişi) beğenmez. Alemi ta’n eder yanına varsan Seni yanıltır bir mesele sorsan Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan Camiye gelir de erkan beğenmez. Elin kapısında kul kardaş olan Burnu sümüklü hem gözü yaş olan Bayramdan bayrama bir traş olan Berbere gelir de dükkan beğenmez. Dağlarda bayırda gezen bir yörük Kim tımar sipahi kimi ser bölük Bir elife dili dönmeyen hödük Şehristana gelir de ezan beğenmez. Bir çubuğu vardır gayet küçücek Zum-ı fasidince keyif sürecek Kırık çanağı yok ayran içecek Kahvede fağfuri fincan beğenmez. Aslında neslinde giymemiş hare İş gelmez elinden gitmez bir kare Sandığı gömleksiz duran mekkare Bedestene gelir de kaftan beğenmez. Kazak Abdal söyler bu türlü sözü Yoğurt ayran ile hallolmuş özü Köyden şehre gelen bir köylü kızı İnci yakut ister de mercan beğenmez. (Kazak Abdal)

"İSTİKLALE İLAVE OLMAK VEYAHUT İSTİKLALİ İLAVE ETMEK"
İstiklâl Harbimizden bahsetmemiz zorlaşıyor. Bu zorlaştırıldı. Bunun yerine “Kurtuluş Savaşı”ndan bahsetmek ya da “Bağımsızlık Savaşı”ndan bahsetmek olağan, tabii, hatta yerinde, zaman zaman daha iyi görülür oldu. İstiklâl Harbimizden kolayca vazgeçebileceğimizi gösterdik. İstiklâl Marşımızdan vazgeçemiyoruz ama İstiklâl Harbimizin adını değiştirmekten fütur etmiyoruz. Bu yanlış, hatalı; eğer kasden yapılmadıysa gafilce bir tutum. İstiklâl Harbimizin kıymetini adını muhafaza ederek bilmemiz lazım. Çünkü İstiklâl Arapça değil Türkçe bir kelimedir. Yani Türkler İstiklâl kelimesini telâffuz etmeden önce hiçbir Arap bu kelimeyi telâffuz etmiş değildir. Biz Türkler İstiklâl kelimesini bir Arap’tan öğrenmedik. İstiklâl kelimesini biz Türkler kendimiz ortaya, su yüzüne, gün ışığına çıkardık. İstiklâle bağlanmak biz Türklerin derdi ve meselesiydi. O sebepten İstiklâle ilâve olmayı ciddiye alıyoruz. Yani birine kolaylıkla “Sen İstiklâle ilâve oldun mu?” diye sorabiliyoruz. Ve o kişiye veya başka bir kişiye “Sen İstiklâle bir şey ilâve edebilir misin?” diye de sorabiliyoruz. İstiklâle ilâve olmakla İstiklâle ilâve etmek, üzerinde düşünmemiz gereken şeyler. Bir İstiklâldir tutturmuşuz. Biz İstiklâl diye tutturmuş olmak suretiyle bir toplum bütünlüğüne, bir toplumsal mevcudiyete, bir insan hayatının mânâsını araştıran, arayan topluluğa kavuşmuşuz. Yani İstiklâle ilâve olmak suretiyle bir devletimiz, bir milletimiz, bir hayatımız var. Yani İstiklâle ilâve olmamış olsaydık ne bir devletimiz, ne bir milletimiz, ne de bir hayatımız olacaktı. Bu çok mühim bir işti, bir kere geldi başımıza. Bir daha gelmeyecek. O mânâda İstiklâle ilâve olup olmayacağımızı, bizim İstiklâle bir şey ilâve edip etmeyeceğimizi akletmemiz gerekiyor. Biz bu topraklarda yaşayan insanlar olarak acaba İstiklâle ilâve olduk mu, olabilir miyiz, olacak mıyız veyahut İstiklâli bir şeye ilâve edebilir miyiz? İyice bilmece olmaya başladı, değil mi? Ya da her şeyi zaten biliyorsunuz. Benim fazladan söylememe lüzum yok. Bizim hangi vasıflarla bu topraklarda yaşadığımızın anlaşılması lazım; hangi vasıflarla bu topraklarda hayatın devam edeceğini keşfedebilmemiz için. Bizim hangi vasıflarla bu topraklarla yaşadığımızın anlaşılması lazım; bundan böyle bu topraklarda hangi vasıflarla hayatın idame edebileceğini fark edebilmemiz, öğrenebilmemiz için. Türkiye’de Avrupa’dan ya da Atlantik Ötesi’nden doğan biçimlendirme talepleri her zaman karşı tezlerle cevaplandırıldı. Ama bu, Türkiye’de İstiklâlin mânâsı konusunda hususî bir çarpıtmanın ortaya çıkması sebebiyle Türk toplumuna bir çıkış yolu göstermedi. Yani Türkiye’de Amerika ve Avrupa’dan biçimlendirme talepleri gelmesi halinde Türkiye içinden bu biçimlendirmelere itirazı temin edecek bir cevap doğduğu halde, bu cevap hiçbir şekilde Türkiye’nin yüksek vasıflı bir hayata kavuşmasına giden yolu açmadı. Bir çıkar yol ortaya çıkarmadı. Bunun sebebinin Türkiye’de yaşayan insanların İstiklâle ilâve olmak konusunda hiçbir şuur sahibi olamayışları, buna mukabil İstiklâle bir şey ilâve edebilecekleri zehabıyla hareket etmeleridir. Yani Türkiye’de yeni bir gelişme, bütün toplumun imkânlarını azamiye ulaştıracak, bütün toplumun vasıflarını yükseltecek bir durumu doğurmadı. Bunun sebebi, Türkiye’de yaşayan insanlar sahip oldukları İstiklâl fikrinin, kendilerinin dâhil olmaları gereken bir şey olduğunu hiçbir zaman anlamadılar. Bilâkis kendilerinin Türkiye hayatına bir İstiklâl ilâve edebilecekleri yanılgısıyla hareket ettiler. Şimdi, Türkiye dünya şartlarının belirlemeleriyle bir çıkmaza sokuldu ve bu çıkmaz sebebiyle yaşanan zorluklar, ne önüne konan engellerin aşılması suretiyle giderilmeye çalışıldı, ne de bu çıkmazdan geri dönme fikri önem kazandı. Geçmişte Türkiye’de yaşanan yirmişer yıllık dönemler engellerin aşılması denemesi olarak görülebilinir. Yani Türkiye 1960 yılından 1980 yılına kadar, “Acaba bir sosyalist biçimlendirme suretiyle kendine bir çıkar yol temin edebilir mi?” fikrini, önündeki engellerin aşılmasına bağlamış olarak yaşadı. Ondan sonraki yirmi sene, 1980’den 2000 yılına kadar geçen yirmi sene de, Türkiye’nin İslâmî bir iktidar yapısı temin ederek önündeki engelleri aşıp aşamayacağı fikrinin sınanmasıyla geçti. Ama bütün bunlar, gerek 1960-1980 arasındaki sosyalist iktidara dönük çabalar, gerekse 1980-2000 arasındaki İslâmî iktidara dönük çabalar bir akıl zaafıyla malul idi. O da insanlar Türkiye’de İstiklâle ilâve olmayı değil, İstiklâle bir şey ilâve etmeyi düşünerek hareket ettiler. Eğer birincisi olmuş olsaydı, biz şu gün dünyanın parmakla gösterilen toplumlarından birisi olacaktık. Ama bu hiçbir zaman düşünülmedi. İnsanlara fantastik gibi görünebilir ama şu örneği hep vermeyi severim. Eğer Türkiye süvari birliklerini ortadan kaldırmamış bir orduya sahip olsaydı biz sadece ekonomik bakımdan değil, birçok toplum özellikleri bakımından da imrenilecek bir övgüye sahip olacaktık. Ama bu olmadı. Olmamış şeyler üzerinde konuşmayalım. Yalnız fark etmemiz gereken şey bizim bu topraklarda yaşayan insanlar olarak elimizde tuttuğumuz şeylerin ne olduğunu tanımadan hareket edişimizdir. Bizim felâketimizin başlangıcı budur. Yani biz İstiklâle ilâve olmayı hiçbir zaman bizi selâmete götürecek bir şey olarak görmedik. Biz hep İstiklâle bir şey ilâve etmek istedik. Ya da bize bu illüzyonu takdim edenlere boyun eğdik. Ne yapılabilirdi, meselesi çok önemli mi? Yani “Artık her şey geçmiş. Bundan sonra iler tutar bir iş yapılamaz” diye düşünebiliriz. Böyle düşünenler Türkiye’de çoğunluktadır. Ama eğer göl maya tutarsa bu işin sonu mutlaka kazançlı bitecek. Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği olarak biz 1921 yılında millî marş olarak kabul edilen İstiklâl Marşı’nın bütün siyasî iktidarlar tarafından ihmal edildiği, rafa kaldırıldığı, görmezlikten gelindiği fikrindeyiz. Hatta bugün melodili olarak söylenen şekliyle İstiklâl Marşı’nın, iki kıtası dışında bir türlü söylenemeyişi, Türkiye’de İstiklâl Marşı dolayısıyla doğması muhtemel gelişmelerin şuurlu bir şekilde, kasıtlı bir biçimde engellemek iradesinin olduğunu bize gösterir. Anayasamızda İstiklâl Marşı’nın millî marşımız olduğu yazılıdır. Ama toplumun hiçbir kesiminde İstiklâl Marşı’nın bize bir hedef gösterdiği fikri canlı değildir. Şimdi, insanlar sanki Müslüman görünümünde olmaktan dolayı kabahatli imiş duygusuna sahipler. Ve bu yüzden de bir şekilde ortaya çıkmış olan hadise -nedir o: kadınların örtünmesi hadisesi- Türkiye’de tesettür anlamını kaybetmiş hale dönüştü. Yani bir anlaşılmaz, toplumsal maraz gibi karşımıza çıktı. Bunun İstiklâl Marşı’yla ciddi bir şekilde bağlantısı var. Yani insanların İslâmî şahsiyete, toplum hayatının yükselmesi itibariyle muhtaç oldukları fikri hiçbir şekilde Türkiye’de gündeme getirilmiyor. Yani birtakım tuzaklara, maddî avantaj yemi sebebiyle yakalanan bir insanlar topluluğuyla iç içeyiz. Yani Türkiye’de insanlar, Cumhuriyet’in ilanından bugüne kadar “Önde, Türk toplumunun yükselmesi ideali vardır!” görüşünü hiçbir zaman bir kart olarak -hani diyorlar ya kart, “kart gösterdi!”- bir kart olarak öne sürmedi. Eğer böyle bir şey yapılabilmiş olsaydı, yani biz İstiklâle ilâve olmayı bir kez bile düşünebilmiş olsaydık, bunun sağlayacağı yol bütün toplumun her bakımdan yükselmesine gidecekti. Ama bu olmadı. Bundan sonra olur mu? Yani biz acaba Türkiye’nin ne sebepten dolayı İstiklâli olduğunu anladık mı? İstiklâlin bir durağan bir şey olmadığını, dinamik bir şey olduğunu acaba aklımıza getirdik mi? Yani Türkiye’de haklı olan -“Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl!”- haklı olanın kaynağının nerede olduğunu ifade edilebildi mi? Bunları bulalım. Bundan sonra acaba ne olur? Bilemiyorum. Ben sizin vaktinizi almaktan çok memnunum. Sabırla şimdiye kadar beni dinlediniz. “Dinledim ama hiçbir şey anlamadım!” diyen insanlar varsa, onlara sevgilerimi sunuyorum. Çünkü söylediklerimi anladığını sanıp da, Türkiye’nin başına dünya kadar melânet salan insanlardan daha tercihe şayandırlar. O yüzden ben meselenin mesele olduğunu size nakletmeye çalıştım. Yani bir mesele var. Bu mesele de Türkiye’nin neden var olduğunun anlaşılması ve anlaşılmaması arasında bir mesele. Biz birçok bakımdan yalana, hileye maruz bırakılmış bir toplumuz. Ama burada bizim yalana, hileye maruz bırakılmamız sebebiyle müspet tarafımız yok. Eğer biz bütün bir toplum olarak aldatılmışsak, oyalanmışsak, istemediğimiz bir yöne sevk edilmişsek; burada kabahatli olan bizi aldatanlar, bize oyun kuranlar, bizi sevk edenler değildir. Aldanışımızdan, hileye maruz bırakılışımızdan ve güdülüşümüzden biz sorumluyuz. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun, hangi çağda olursa olsun, eğer bir dolandırıcılık olayı varsa, o dolandırıcılık olayında dolandıranın hiç kabahati yoktur. Bütün kabahat dolandırılana aittir. “Böyle şey olur mu?” diyeceksiniz. Evet. Eğer ortada bir dolandırıcılık varsa, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne kadar yalan söylenmiş ve bu yalana değer verilmişse burada yalan söyleyenin hiç kabahati yoktur. Bütün kabahat yalanın yalan olduğunu bildiği halde ona uygun davranandadır. “Dolandırıcılık hadisesinde bütün kabahat dolandırılandadır” deyişim, avcılık sebebiyle, balık oltası sebebiyle daha kolay anlaşılabilinir. Eğer oltaya takılan solucana talip olmasaydı, oltaya takılan canından da olmayacaktı. Yani biz seksen yılı aşan Cumhuriyet tarihimiz boyunca hep oltaya takılan solucanı cazip bularak yaşadık. Bunun bir tuzak olduğu hiçbir zaman aklımıza gelmedi. Dolayısıyla bize toplumda itibar alanları olarak gösterilen şeylerin gerçekten muteber olduğunu, biz onu arzu ederek tasdik ettik. Ama yaşadığımız toplumda bunların itibar alanları olmadığı konusunda bir şuur doğması gerekiyordu. “Bize doğruyu söyleyen insanları küçümsedik.” Ama itibar alanlarını gösterenlerin emrine girdik. Böyle bir toplum olarak yaşıyoruz. Halen bu durumdayız. O yüzden ben bugün sizin böyle “Ya hu! Bu adam niye bizi eğlendirmedi?” diye düşünmenizden çok memnunum. Yani çünkü ben buraya İstiklâl Marşı Derneği’nin Konya Şubesi’nin açılması dolayısıyla geldim ve size gönlünüzü hoş edecek şeyler söylememe kararlılığındaydım. Bunu da birtakım hayret verici ifadelerle süsleyebilir ve hakikaten, şurada size bir şov sunabilirdim. Bunu becerebilecek kadar kabiliyetliyim. Ama anlamanızı istiyorum. Yani neyi anlamanızı istiyorum? “Hapsedildiğimiz hücrenin demir parmaklıklarına âşık olmayalım!” Yani bunu, bir yerde olduğumuzu fark edelim. Böyle olmadığını sanabilirsiniz. Yani kendinizi, eğer hapsedildiğiniz hücrenin demir parmaklıklarına âşık iseniz, kendinizi mahpus saymıyor olabilirsiniz. Çünkü şöyle diyeceksiniz: “Eğer beni buraya kapatmasalardı, ben bu mâşuku nereden bulacaktım?” Değil mi? Onun için dünyaya geldiğimizi, bu topraklar için bu toprağa düştüğümüzü ve “Bu dünyada geçirdiğimiz zamanın nasıl sarf edildiğine dair bir sorunun bizlere mutlaka ve mutlaka sorulacağını” akıldan çıkarmamamız lazım, deyip keseyim artık. (İsmet ÖZEL – Konferansından Alınmıştır) – 17 Mayıs 2008 / KONYA
"TÜRK TARİHİN NERESİNDE?" -2-
Türk tarihin neresinde, dediğimiz zaman bize Türk lazım mı, değil mi meselesini anlamamız gerekiyor. Yani bana Türklük lazım değil bana Müslümanlık yeter diyen birçok insan var. Bunlar dünyada yürüyen şeylerin neresinde olduklarını biliyorlar mı? Şimdi bir Türk icat edip onunla kendimizi ve başkalarını kandırmaya mı çalışalım? Böyle bir ihtimal var yani madem bize bir Türk lazım, bir yerden icat ederiz. Yani böyle bir Türk icat edip kendimizi kandırmak ve başkalarını da kandırmak imkânı var. Veyahut Türk olmaya koyulmak var. Şimdi böyle şey olur mu, diyeceksiniz. Sonradan Türk olunur mu, diye bir ses duydum. Bizi bir şekilde düşünmeye zorluyorlar. İnsan mesela dinini değiştirebilir fakat milliyetini değiştiremez, diye düşünüyoruz değil mi? İşte bunlar kafamızda karışıklık doğurduğu gibi aynı zamanda bizim ahlâkî vaziyetimizi de bir yerden mahrum bırakıyor. Yersiz, yurtsuz bir ahlâki vaziyet... Şimdi “Türklerin Avrupalıları Avrupa’ya tıkmaları, tıkıştırmaları, sıkıştırmaları sonucunda ortaya çıkmış olan bir milliyet var.” Böyle bir milliyet var. Yani Avrupa’da birtakım milletler var. Fransızlar var, Almanlar var, Britanyalılar var, İspanyollar var, İtalyanlar var, Polonyalılar var, değil mi? Şimdi bunların ne olduğunu biliyor muyuz? Bunlar, mesela, bunlar Çinliler gibi, Hintliler gibi, Araplar gibi birileri mi? Yoksa başka bir şey mi? Yani bu millet dediğimiz zaman bir fizyonomik(görünüş, fizik yapı) müşterekliği mi anlıyoruz, yoksa bir kültürel yakınlığı mı anlıyoruz? Hangi ölçüyü esas alırsanız alın hiçbir milletin yekpâre olmadığını, tek parçalı olmadığını kolaylıkla fark edersiniz. Hangi ölçüyü ele alırsanız alın. En son 1945 yılında biten savaş dolayısıyla karşımıza çıkan Alman ırkçılığı bile bir yekpâreliği temsil etmiyordu. Yani Alman ırkçılarının, diyelim ki, en büyük düşmanı kimdi? Yahudilerdi diyeceksiniz, değil mi? Öyle mi? Yani görünürde öyleydi ama Gestapo şefi Himmler Yahudi’ydi. Yani öyle kimden, neden bahsediyoruz? Bir milletin millet olmasını temin eden tek şey onun hasmının kim olduğunun tayinidir. “Bir millet hasmıyla var olur.” Hatta isterseniz daha düzgün bir ifadeyle, düşmanıyla varolur. Ya da “asla onun gibi olamayacağı bir şey karşısına çıktığı zaman bir millet kendisi olur.” Yani bir yerde bir milletten bahsedecekseniz önce düşmanını görürsünüz, ondan sonra o millet görünür. O yüzden yani kavimlerle millet meselesini anlamak imkânsızdır. “Türk Milleti’nin bütün tarih boyunca hasmı bellidir. Hangi kavme mensup olursa olsun kâfirler Türk Milleti’nin hasmı olagelmiştir.” Onun için dilimizde açıkça yerleşmiş olan bir şey vardır. Soru her zaman “Türk mü, gâvur mu?” şeklinde sorulur. Yani hiç kimse “Türk mü, İtalyan mı?” diye sormaz. Türk mü, gâvur mu? Yani insanlar normal olarak, yani Türk’ü tanımak için ortada bir gâvur olması lazımdır. Onun için gâvur ortadan kalktığı zaman Türk buharlaşır gider. Eğer gâvur yoksa Türk hiç yoktur. Yani gâvurun olmadığı yerde Türk’ün olmasına imkân yoktur. “Oh, ne güzel! Ne gâvur var ne Türk var!” diyemezsiniz. Gâvur yoksa Türk hiç yoktur. Ancak bir yerde gâvur varsa, gâvur olmayanları ayırırsınız, onlar “Türk’tür.” Ama “Ben hem Türküm, hem gâvurum” diyorsa birileri, onlar… İşte… Şimdi bütün olan biteni hepimizin mevcudiyet konusundaki tetkiki ile ilgili açıklanabilecek bir yönü var. Burada var olmanın bir estetik mesele olduğunu fark edilmesidir. Yani varlık konusunda bir belirginlik, var oluş konusunda bir hissiyat, mevcudiyet meselesinin hakikileşmesi dediğimiz şey tamamen bizim güzellik ile aramızdaki irtibata kenetlenmiş durumdadır. Güzellik konusunda nerede olduğumuz bizim var olup olmadığımız konusundaki esası ortaya çıkarır. Bu yüzden hayvan vasıflarımızın insan vasıfları haline kalbolması, inkılâp etmesi bizim aklımızı başımıza aldıktan sonra güzelle kurduğumuz ilişkide tecessüm eder. Bu bakımdan “Türk tarihin neresinde?” sorusunun, Türk’ün zevki ne kadar gelişmiştir, Türk zevk bakımından hangi vasfa nail olabilmiştir, meselesiyle birebir örtüşen bir şey olduğunu anlayabiliriz. Şimdi eğer sâlih olmayı, güzellik duygumuzun bir parçası değil, tamamı haline getirebilmişsek bu imtiyazın bizim elimizde olduğunu da gösterebilmiş oluruz. Böyle şeylerle insanlar uğraşırlar mı? Biz bu salonda bulunuyorsak bizden önce bazı insanların çok yüksek düzeyde estetik duruşlar sergilediği içindir bu. Birinci Dünya Savaşı’nda biz, işte Almanya, Avusturya bloğunun yanında savaşa girdik. Bu savaşın adına biz seferberlik dedik. Çünkü bütün o geçmiş yüzyılların varabildiği son nokta oydu ve Türk Milleti olarak tarih sahnesinden tard edilmemek için seferber olduk. Ve bu seferberlik başarısızlıkla sonuçlandı. Yani biz tarih sahnesinden silinmemek için seferber olduk ve bütün yaptıklarımız sonuç vermedi. Buna rağmen bugün hâlâ Türk diye bir şeyden bahsedebiliyorsak bunun sebebi, bütün o son dakikada dahi sâlih olmakla estetik olgunluğa erişmek arasında insanların fark gözetmeyişleriydi. Birlikte savaştıkları Alman askerleri konservelerini açıp kumanyalarını yerken bizim neferlerimiz başlarını öbür tarafa çeviriyorlardı! Onlara kumanya verilmiyordu, onlar açtılar. Ama hiçbir Türk askeri bu gâvurlar ne yiyorlar, diye bakmadı! Şimdi diyeceksiniz ki, bu nedir? Bu çok şeydir! Böyle insanlar bize bir vatan temin etti. Bu benim şu anda aklıma geliveren bir şey. Bunun çok yüksek örneklerini, yani sâlih olmakla güzel olmak aynı şeydir diye düşünen insanlar bir model ürettiler. Bu modelin farkında olanlar da millet olma yolunda şaşkınlığa düşmediler. Ama başarabildiler mi? Hayır. Biz hâlâ nokta halinde “Türk” olan insanlarız. “Hâlâ bir Türk Milleti yok.” Onun olmasını bir zaruret sayıyoruz. Böyle bir zarurete binaen de İstiklâl Marşı Derneği’nin bir şeyler yapmasını bekliyoruz. Yani gördüğünüz gibi bizim estetikten başka bir derdimiz yok. Biz sadece güzel görünmek, ama göründüğümüzün hakkını vermek istiyoruz. Bu güzel görünmenin neye denk düştüğü meselesi bizim çirkin gördüklerimiz tarafından bir istilâya uğradı. Yani biz çirkinliği düşman, gâvur saydığımız için kendimizin fark edilmesini sağlayacağız. Çirkinler bizim karşımızda olacak ve biz çirkinlerin çirkinliğini gösterdiğimiz kadar birilerinin gözüne bir şekilde görüneceğiz. Birilerinin gözüne ne şekilde görünebiliriz? Bize bildiriliyor ki “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” Eğer Türk Türk’e bakıp kendini göremezse ortada imân yok demektir. Eğer Türk gâvura bakıp, “İşte şunun gibi olsam” dediyse Türk değildir. Demeye çalışıyorsa iş daha da kötüdür. Yani demek istiyor fakat bir türlü diyemiyor. O bakımdan bu çok ciddi bir mesele. Yani bir özenilecek, gıpta edilecek durumu olmayan insanın ne dünya hayatında, ne ahiret hayatında kârı olmayacak. Yani insan olarak hepimizin gıpta edilebilir bir şeyi uhdemizde bulundurmamız gerekiyor. “Sen onun o tarafına bakma, şu vasfını biliyor musun?” diyeceğiz birisi hakkında. Bu tabii satılabilir, mübadeleye konu edilebilir bir şey olmaktan tamamen uzak. Bu insanların hakikat bağıyla anlaşılacak bir şey. Yani bu hepimizin çok kolaylıkla anlayabileceği bir şey. Bizler kolaylıkla, bir şeyin hakikisinden ve sahtesinden bahsedebiliyoruz, değil mi? Her şeye bunu teşmil edelim. Bilgi meselesi de bu ölçüye vurulabilir. İnsanların bilgi konusunda nerede olduklarını o bilgilerin hakikiliği destekleyip desteklemediği, sahteliğe imkân tanıyıp tanımadığıyla anlarız. Meselelerin tümünde bizim arayacağımız şey kendi hakikiliğimizdir. Kendimizin ne kadar hakiki olduğu, kendimizin ne kadar numaracı olduğu, karşımızdakinin hakikiliğiyle, onunla kurduğumuz irtibatla birebir alakalı. Yani biz eğer hakikilik derdini çekmiyorsak şimdilik millete bu şekilde görünmekle işi idare ediyorsak o açıdan bütün düzeni de etkileriz. Yani kötü kötüleştirir, iyi iyileştirir. Birini iyileştirmek için iyi olmamız kâfidir. Birine kötülük yapmak için kendimizin kötü olma ön şartı vardır. Hiçbir zaman yıkılmamış olan yıkıcı olmaz. Biliyorsunuz, en iyi müdafaa taarruzdur diye bir laf vardır. Yani insanların başkalarına karşı hareket etmeleri, başkalarını tahrip etmek üzere hareket etmeleri kendi acizliklerinin, kendi korkularının, kendi çaresizliklerinin bir uzantısıdır. Onun için Müslümanlar hiçbir zaman saldırmazlar. Bir kâfir ve bir Müslüman cenk etmek üzere karşı karşıya geldiği zaman dahi, Müslüman cengâver çeker kılıcını ve şöyle seslenir: “Hamle et ya kâfir!” Çünkü hiçbir zaman ilk hamleyi o yapmayacaktır. Müslüman sadece engellerle savaşır. Müslüman kendisinin sâlih olması karşısında konan engellerden, kendisinin güzelliği tanıması karşısında konan engellerden başkasıyla savaşmaz. Anlatabiliyor muyum? Yani Müslüman her halükârda, ne olursa olsun savaşır diye bir şey yok. Biz ne diyoruz: Kâfire karşı çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Kâfirle çatışan Müslüman’a Türk denir, demiyoruz. Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir, diyoruz. Cihad’ın aslı da budur. Cihad, İlây-ı Kelimetullah için yapılır. İnsanlara Allah’ın Kelâm’ının bildirilmesi. Bu bir vazifedir. İnsanlar İslâm’a davet edilir. Ama İslâm’a davet edebilmek için Müslüman olmak zaruri bir şeydir. Anlatabiliyor muyum? Yani adamı sen Müslümanlığa davet ettin, o da kabul etti. Bunun üzerine ne yapacaksın, başını yine de vuracak mısın? Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) son dakikada Kelime-i Şahadet getiren insanları öldüren Müslümanlara hiçbir zaman güler yüz göstermedi. Ve onlar izah etmeye çalıştı: “Ya Resûlullah, o canını kurtarmak için söyledi!” İyi ya, daha ne olsun? “Lâilahe İllallah Muhammeden Resûlullah’ın” ilk faydası odur ki, boynu kılıçtan kurtarır. Bu adam yalancıktan söyledi, canını kurtarmak için! Tabii ki, e ne güzel işte canını kurtarmak için söylemiş, değil mi? O yüzden bütün mesele tabii ki gelip bizim yaşama imkânlarımıza dayanır. Ama hareket noktamız güzellik olmadıkça hareket noktamız estetik olmadıkça bizim hakikiliğimiz konusunda hiçbir delil getirilemez. Yani eğer hakikatle irtibatlı olduğumuzu iddia ediyorsak, birisi bize “Senin güzellikle alakan ne?” diye sorduğu zaman verecek cevabımız olması lazım. “Ben güzellikle ilgiliyim, şu şu şu sebepten ya da şu şu şu şekilde” diyebilmelidir. Bunlar olmadığı zaman ortada namussuzların namuslulara kendilerini şirin göstererek haksızlık yaptıkları bir darmadağınık ortam çıkar ki bu herkesin aleyhine olan bir şeydir. (İsmet ÖZEL- Konferansından Alınmıştır) -16 Mayıs 2008 / KONYA