Türk aleyhine dünyanın her yerinde, her kilometre karesinde dolap döndürülüyor. Dolabın dönmesinden duyulan memnuniyet hem dolabı döndürenlere aittir, hem de dolap 'dingiliyle' birlikte ve kendi etrafında fırıldak gibi dönen 'ahmak sürüsü'ne. "TÜRKLER KENDİ BAŞLARINA NE GELDİĞİNDEN HABERDAR MIDIRLAR? TÜRK ALEYHİNE DOLAP ÇEVİRENLERİN HANGİ NAMUSSUZLAR OLDUĞUNU BİLİYORLAR MI?" Başkalarını bilmem; ama bir Türk, kalın bir Türk olarak ben biliyorum: Mahut namussuz makulesi kampının bir yanını kendileri "sahip" denilerek çağırılanlar, yani yer kürenin hegemon sahipleri dolduruyor. Kampın daha geniş diğer yanında ise hegemonyanın "salikleri" var. Dolap fırdolayı dönüyor. Döndükçe hızını artırıyor.
Dönme dolap dönmeyecek ve dönüşü hızlanmayacak olursa sahipler yerlerini terk etmeye zorlanacak ve bu yüzden artık kendilerine sahip denilmeyecek. Dolap dönmediği takdirde salikler(münafıkun) güruhu da etiketten mahrum bırakılacak. Çünkü sahipler modernliği saliklere cici bildirdi. Haslık çeşmesini kurutan zihin kontrolü faaliyetine 'tahsil hayatı' deniyor. Sahipler modern eğitim vasıtasıyla gariban saliklere diploma adıyla birer bilet kesmekle kalmadı, bir de her birinin üzerine Dünya Sistemi nezdinde muteber olduklarını temin gayesiyle birer 'etiket' yapıştırdı. Ömürlerini kampta tüketenlerin hepsi hayatlarının tadına içlerine salınmış bulunan "etiketsiz kalma(hesaba katılmama)" korkusuyla varıyor. Onlar ne kadar korkuyorlarsa dolap o kadar gıcırtısız dönüyor.
Seferberlik dedikleri faaliyetten bekledikleri hiçbir sonucu elde edememelerine rağmen Türkler kendi aralarından "MELEKLERİN YARDIMINA İNANAN" kısmı öne çıkararak bütün hesapları bozdu. Dünya Sistemi dört işlemli hesabını "Sakarya Meydan Muharebesi" akabinde yeniden yaptı. Sistemin lortları hesaplarının bir daha bozulmasına fırsat vermemek kastıyla 100 senedir arzın sathında Meleklerin yardımına inanan Türklerden bir tane bile bırakmama çabasına dalmış durumda.
Türkler kendi bileklerinin gücüne değil, meleklerin yardımına iman edenler idi. 1916'ncı Hıristiyan yılında Mekke kalesinden Türk bayrağını indirenler ise Meleklerin değil müttefiklerin yardımına güvenmişlerdi. Dünyanın bugün aldığı şekli işaret edip güvenlerinde ne kadar haklı oldukları iddiasıyla kendilerini avutuyorlar. "Domuzdan post olmaz" diyenleri bid'at ve hurafe ehli sayıp servetlerini her gün biraz daha müttefiklerin müttefiki olmaktan edindiler. Bu minval üzere sebeplerdendir ki Türk üstünlüğünün kabul görmediği sahaların tamamında İslamın neye taalluk ettiği gayr-i Müslim otoritelerin insafına terk edildi. Yine aynı sebepten ötürüdür ki, Hakkı dile getirenin İslam'ı kefereye beğendirmek kastıyla sözlerini tanzim edenler arasından çıkmasının mümkün olamayacağını anlamış zevatın tamamı hem İslam'ı alenen reddedenlerin ve hem de İslam'ı gerek alenen ve gerekse üstü örtülü bir biçimde takbih edenlerin(kınayanların) kurduğu tuzağa yakalandı. Bu tuzağa düşenlerin hali acınasıdır. Çünkü bunlar İslam'ı takbih ettiği(kınadığı) halde İslam'ın mümessili kabul edilenlerin yerlerini sağlamlaştırdı.
Neyin gerçekte ne şekilde cereyan ettiği ile neyin, kim tarafından, ne şekilde anlaşıldığı arasındaki fark Türk vatanında dünyanın her yerinde olandan ziyadedir. Bu yüzden kafası çalışanın kim olduğu her yerden ziyade Türk vatanında ehemmiyet kesp etmiştir. Sanmayın ki, Türkler kafalarını çalıştırıp bir vatana sahip çıkmışlardır. Hadise bu topraklara mahsus bir tarzda tezahür etti. Kafa çalıştırma hüneri gösterenlerin Türk olma tercihinde bulunuşları "orta yere hükmedici bir millet ve o milletin vazgeçemeyeceği bir vatan" çıkardı. Birbiriyle ne insanlar, ne de insani faaliyetleri kaynaştırılmıştı. "TOPRAĞIN RUHU VE İNSANIN KAVLİ..." Birbiriyle kaynaşan bunlardı, bu ikisiydi. Bugün "Türk İstanbul" meselesi Türk milletinin kaderinin tayininde yerine daha bir önemlisi konulamayacak tek meseledir ve fakat tecelli bizi hep hayrete düşürmüştür: Türk vatanı İstanbul'un fethinden önce doğmuştu.
Günümüzde Türk vatanından bahsetmek resmi otoritenin aleyhine bir faaliyettir. Tabiatıyla resmi otorite kendi aleyhine bu faaliyeti yasaklamıştır, yasaklayabilmiştir. Çünkü artık Türkiye'de İstiklal Harbi başlangıcında olduğu kadar bile bir "HÜKMEDİCİ MİLLET" yok. Hükmedici bir milletin varlık şartı o milletin zihinlere yani dile ve dine(lisana ve itikada) hükmediş tarzında aranmalıdır. Lisanın ve itikadın insan hayatına verdiği şekil çeşitli sebeplere bağlı olarak zarar görebilir, eğrilip bükülebilir; ama benimsenen şeyin insan hayatı olduğu her yerde ne lisanın, ne itikadın vakitlice vurduğu damgayı silmek mümkündür. Eğer insan hayatının diğer mahlukatın(cematın, nebatın, hayvanatın) hayatından bir farkı aranırsa, bu fark insanın idame-i hayat düzenini zihniyetine kenetleyişi dolayısıyla bulunacaktır. (Devam edecek - İNŞAALLAH)
"ALLAHUMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED"
(İsmet ÖZEL - Çelimli Çalım 11'den;)