9 Kasım 2008 Pazar

"DOSTLUK BEYANNAMESİ"

“Düşüncede “dost oluşun” yerini tutabilecek diğer bir insan başarısı yoktur.” “En sarih(açık) anlaşma dostlar arasındaki anlaşmadır.” “Dostluğun olduğu yerde tahakküm olmaz.” “Dostlar birbirine yük olmaz.” “Dostlar arasındaki ilişki köle-efendi ilişkisi değildir, işçi-patron ilişkisi hiç değildir.” “Dostluk için en az iki yetişkin, özgür, bağımsız şahsiyet gereklidir.” “Dostluk tarafların dostluktan başka şeye ihtiyaç duymadıkları şartlarda doğar.” “Bu demektir ki modern çağın “sözleşmeye dayalı” insan ilişkileriyle “dostluk” birbirine taban tabana zıttır.” “Dostlukta gözetilen menfaat dostluğun ürettiği menfaattir.” “Sadece biri diğerini gözden çıkarmayanlar dosttur.” “İhtiyaten dost olunmaz.” “Muvakkaten dost olunmaz.” “İdareten dost olunmaz.” “Fikirlerimiz veya bir başkasının fikirleri dostluk tesisine yaramadıysa hiçbir şeye yaramıyor demektir.” “Dostluk bağları ihdas etmediği halde yaygınlaşan ve etki uyandıran fikirler kendilerinde mündemiç(saklı olan) bir zararı zaman ilerledikçe enine boyuna çoğaltır.” “Yani insanlar dostluk getirmeyen fikirleri yürürlüğe koydukça kendilerine dokunmayan zehirli yılanın bin yıl yaşaması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya başlamışlardır.” “Dostluk gücü sağlamayan fikirlerin taşıdıkları değer bakımından birbirlerine üstünlük taslamalarına ne gerek, ne de imkan vardır.” “Fikirler dostluk dinamosu gibi olmadıkları taktirde insanların insanlara tahakküm ettikleri bir yapıyı sağlamlaştıran ve o yapı ile birlikte sertleşen çimento gibidirler.” Velhasıl kelam; Murad-ı İlahiye uygun “DOSTLUKLARA” kavuşma dileğiyle…

12 Ekim 2008 Pazar

"REFORMACI İNANDIĞINDAN ŞÜPHE EDENDİR."

Reformacı, eski şeklin ismini ve güya esasını muhafaza edip, onu zannınca bazı ihtiyaçlara göre yenileştirmek isteyendir. Reformacı , yani ıslahçı, her hangi bir dava ve mevzuu, ister maziye ister istikbale doğru olsun, yekpare bir bütün olarak kabul edemeyen “biçare idrak” bünyesidir. Ne attığını tam atabilir, ne de aldığını tam alabilir. Reformacı, dış şartları davanın öz bünyesine tabi kılacak halis ve mutlak fikirci olmak yerine, davanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta mahzur görmeyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır. Reformacı inandığından şüphe edendir. Tanzimat hareketi, dinin merkezinde olmasa bile, muhitinde, çok aciz, şaşkın ve kısır bir reformacılık hareketidir. Meşrutiyet hareketi, bu reformacılığın, daha az şaşkın, fakat daha çok idraksiz, üstelik büsbütün tereddi(soysuzluk) ifade eden garp züppelerinin elinde, devamıdır. Son devir ise, reformacılığı bozdu ve garbı(batıyı) ta kökünden benimsemeye kalkarak, davayı menfi tarafından tezatsızlığa götürmek istedi. Herhangi bir davanın istediği, muhakkak ki tezatsızlıktır, fakat hangi istikametten? Küfürden mi, İmandan mı? Nihayet, sun’i ışıkları ne kadar zengin olursa olsun, güneşi kaybetmiş bir beldenin korkunç hali gibi, tepemizde kanat açan ve mıhlanıp kalan manevi kara bulut, yekun halindeki eksikliğin “Din ve İman” olduğunu ihtar edince, ortalıkta yeni bir sınıfın üremesine istidat açıldı: “Bunlar, güya din taslayan veya taslaması ihtimali olan yeni reformacılardı…” Bir çok bölüme ayrılan bu tiplere göre “din” lazımdır. Elbette Allah’a inanılır. Peygambere ise bazılarınca lüzumludur, bazılarınca değildir. Kur’an bazılarınca Allah’ın kitabıdır, bazılarınca değildir. Kadın hayattaki yeni mevkiinden geriye sürülemez. Kur’an her dilde Kur’andır. Kur’anda malum ibadetlerin bir çoğuna sarahat(açıklık) yoktur. Bunların hepsi ham yobazlar tarafından icat edilmiştir. Hadisler hep uydurmadır, aklın kabul etmediği hiçbir şey doğru olamaz; Akıl ve fen her sırrı teftiş ve murakabede(kontrolde) biricik mizandır. Bütün dini merasimi bediiyatçılar(estetikçiler) elinde güzelleştirmek icap eder. Zaten tasavvuf dinin bu eksikliğini tamamlamak için sonradan bulunmuştur. Şeriat hükümlerinin cemiyet kanunları yerine geçmesi manasızdır. Vesaire vesaire… Bu hünsa(çift cinsiyetli) ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartıyla, harikuladedir, güzeldir, şarttır, mutlaka lazımdır, onsuz hiçbir şey olmaz. Allah bir ve ebedidir, ruh vardır, Peygamber mutlaka cihanın en büyük adamıdır fakat!!! İşte bu “fakat” işin en belalı dönemeci… Henüz seslerini işittirebilecek hale gelmemiş olsalar da yarın birden bire zuhurları pek muhtemel olan devrin reformacıları, bugün tam dinsizlerle tam dindarlar arasında bir köprü vaziyetindedirler; ve aralarında, mebuslar, profesörler, doktorlar, muharrirler, mühendisler, avukatlar ve daha neler neler vardır! Bunlar, umumiyetle “münevver” klişesinin belirttiği zümrelere mensupturlar ve şaşkın Tanzimat efendisinin sadece muhite bağlı tereddütlü reformacılığına karşılık, dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyen bir merkezi reformacılık üzerindedirler. Yani akıllarınca İslamiyeti merkezinden değiştirecekler, muhite tatbik edebilecekler, böylece büyük eksiği tamamlayacaklardır. Reformacı der ki: “Allah’a ve Peygambere evet, Şeraite hayır!” Yani güneşe evet, ışığına hayır O kadar saçma!... Aralarında, hiçbir şeye hiçbir cüz’iyle inanmayan sahtekar istismarcıların da bulunduğu yerli reformacılar zümresi, kime ve neye ne nispette samimiyetle inanırsa inansın, gerçek Müslüman gözünde, zift renkli inkardan daha kara, daha tehlikeli ve mukavemeti daha zor bir “KÜFÜR ŞUBESİNİ” temsil eder. Düpedüz kafir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir; Hidayet vincine bağlanırsa olduğu gibi doğrulur, yüzer, mükemmel bir tekne halini hemen kazanır. Fakat reformacı, güya denizde yüzeni ama her noktasından su sızan, kırık-dökük, perçin ve macun kabul etmez bir teknedir. İkincisini kurtarmak, birincisinden çok daha zor… Üstelik reformacı, mücerret(saf) fikir ve dava haysiyeti bakımından da, hem Mü’min hem kafirin nefretini kazanmış, mitolocya unsurları gibi, başı insan, vücudu keçi, bir hilkat galatı… Yarın kendilerine bir zuhur planı açılmasını muhtemel gördüğümüz reformacılar, üç katlı evlerinin üst katında tam bir İslami edeple ellerini Allah’a açan ihtiyar annelerinin hakkıyla, alt katta erkek arkadaşlarına kokteyl veren ve onlarla mayo içinde dans eden kızlarının hakkını; “Allah’ın hakkını Allah’a, Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz!” tarzında bir demagocya tesellisi içinde, aynı zaman ve mekanda barındırmak isteyen muhteşem ve ebediyen mahrum nasipsizlerdir. Biricik farikaları, münevverlik ve okumuşluk yaftası altında salah(kurtuluş) kabul etmez bir enayilik ve cehalettir. Fakat sayıları günden güne çoğalan bu tip insanların, pestenkerani (saçmasapan) bir açıkgözlülükle bir gün İslamiyet himayeciliğine geçmeleri ve kendileri gibi “fasl-ı müşterek”(birleşme noktası) noktasında oturanları, avlamaya yeltenmeleri daima mümkündür. Bunlar, topyekün en çok, “softa” diye isimlendirdikleri, Şeriatın kışrında ve kabuğunda kalmış tiplere düşmandırlar. Bilinmezler ki, kendileri de o örnekler de biri menfi ; öbürü müspet tarafından Şeriatı heva ve nefsaniyetlerine, aynı zamanda dar ve basık ruhlarına tatbik suretiyle hakikatten uzak kalmış iki örnektir. Reformacılar arasında mühim bir zümrenin, iman adına hiçbir zerreye malik olmaksızın, insan kitlelerini sevk ve idarede dini sadece vasıta ve “maslahat” unsuru kabul etmiş esfeller(alçaklar) olmasına karşılık; hevai ve nefsani tefsirleri, hiç farkında olamadıkları küfür şeklini “din sanan” ve keyiflerine göre din icat ettiklerinin bile farkında olmayan bedbahtlar… Bazı gözlerin, görmek fiilini büsbütün kaybetmek için yaratılmış olması gibi, bunların bilgi ve anlayışı da, bilgisizlik ve anlayışsızlığın ta kendisidir. Bunlar emirler ve yasakların ruhunu, sağa doğru uzaklaşarak bozan müspet “kaba softalara” inat, sola doğru uzaklaşarak bozan menfi “kabalık timsalleridir”; ve birincilerin aksülameli olarak doğmuşlar ve türemişlerdir. Bir de, Türkiye dışının reformacıları var ki, üstelik ilmi bir nikab(örtü) altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslam’ı fesada sürüklemekten başka rolleri yoktur. Reformacı, ne türlüsü olursa olsun, İslam’ı harap bir bina farz edip onu dışından payandalamak, ahşap evlere dışardan çimento püskürtürcesine, onu dışından desteklemek, onu yardıma muhtaç bilip bu yardımı dışından tedariklemek gayretinde bir “FİKİR HAİNİ VE İMAN YOKSUNUDUR.” Birinci hüküm; “İSLAM İNKILABI” bunlarla olamaz!... Necip Fazıl (Rahimehullah); “İdeolocya Örgüsünden”

17 Temmuz 2008 Perşembe

"İSLAM'A GİTMEYEN KÖTÜYE GİDECEKTİR"

Türkiye’de geçen yarım asır boyunca ne olduysa Müslüman hayatının icap ettirdiği tatbikatı terk edenlerin İslam yorumu ile; Müslüman hayatının icaplarını yerine getirmek isteyenlerin İslam yorumu arasındaki çatışma dolayısıyla çıkan meseleler çevresinde oldu. Bunu tuzağa düşürenler ve tuzağa düşenler şeklinde gruplandırmak da mümkün. Tuzağa düşürenler nerelerde manevi kayıplara uğradıklarına aldırmayacak derecede aymazlık içindeydiler. Tangoları onları düze çıkarmadı. Buna mukabil tuzağa düşenlerin de manevi durumu pek parlak değildi. Türkiye’de gerek kültür ve gerekse siyaset alanında İslami yaklaşımlar önerildiği zaman katılımcı bir heyecana kapılanların bildikleri İslam ne yazık ki kendilerini yüzyıllar boyunca inkıyat (boyun eğmek) ettirilmiş bir tebaa olarak muhafaza edenlerin dayattıkları İslam’dı. Bilgileri görünür bir yetkiye boyun eğmek ilkesini besleyenlerin ahlakları köle ahlakının sınırlarını taşamayacaktı. 1950 yılından itibaren Türk toplum hayatı yönü aşağıdan yukarıya doğru bir hareketlilik yaşıyor. Hayatlarında Müslümanlara mahsus kılgıya (tatbikata) yer verenler resmi anlayış doğrultusunda biçimlenmiş eğitim kurumlarından, iş alanlarından ve her türlü sahneden yararlanarak toplumun itibarlı bölgelerinde kendilerine yer açıyorlar. 1980 yılına kadar birerli ikişerli gerçekleşen bu taşınma, andığımız tarihten itibaren Cumhuriyetin ilanı sonrasında çevrilen bütün manevralara alet olan insanların öbekler halinde itibarlı alanlara doluşması şekline girdi. Bu insanlar itibarlı alanlarda itibara kavuşamadılar; Çünkü geldikleri yere tebaalık bilgilerini ve köle ahlaklarını da getirmişlerdi. Türk toplumu İslam’ı İslam’ın bulunduğu yerden algılayarak kavramaktan aciz kalmış insanların yürütmeye kalkıştıkları bir İslamcılık davasının doğurduğu sıkıntıları henüz atlatamadı. Köle ahlakını boyunlarında bir zincir gibi taşıyanların en çok işe yaradıkları yerin köle pazarı olduğu gün geçtikçe daha kolay anlaşılıyor. Ortalıkta hükmünü yürüten sadece tarifi Türkiye’nin düşmanları tarafından yapılmış bir ideoloji olarak İslamcılıktır. Bunun bir felaket olduğunu birilerinin anlaması gerek. Kölelere mahsus ahlakı kendimizden uzak tutarak bunu yapabiliriz. Sahip çıktığımız İslam’ın “ne” olduğuna dair düşünce bize Türkiye’nin düşmanları tarafından dayatılmış bir düşünce olmayacaktır. Başlangıçtaki islahat aşısıyla aşılanmadıkça, ruhumuzu Anadolu’yu İslamlaştıran ruh haline getirmedikçe şimdiki dertlerimizden arınamaz, kurtuluş yolunu bulamayız. Allah bütün yeryüzünü Müslümanlara mescid kıldı. “Amenna ve Saddekna.” Ne var ki yüzümüzü kıbleye çevirebilmek için ayaklarımızın bir yere basması lazım. Hür bir insan kıbleye yöneldiğinde ayaklarının bastığı yer onun vatanıdır. Türkiye’nin vatanlaşmasının, Türklerin hürriyetlerine sahip çıkışlarının anlamı budur. Hepsi bu kadar değil. Unutmamak gerekir ki İslam enternasyonalizmi, kozmopolitizmi değil Müslümanların hususi bir hayat sahası olduğunu vurgulayan bir milliyetçiliğe amirdir. Rasulullah(s.a.v.) bir namazda, o namazın kılındığı zaman içinde kıblemizi Kudüs’ten Kabe’ye çevirdi. Bu olaydan benim anlayabildiğim Müslümanların milli varlıklarına sıkıca sarılmadan, milli mana taşıyan etkinliklerle tecessüm (canlanma) etmeden bir çıkış yolu bulmalarının imkan ve ihtimali olmadığıdır. Biz Müslümanlar ehl-i kıbleyi tekfir etmeyiz. Yani bizimle kıblesi ortak olanın milliyetçiliğini veri sayarız. Millet varlığına ihanet etmeyişin ilk belirtisini Kabe’ye yönelişte buluruz. Kabe’ye yönelirken ayaklarınızı bastığımız yerin vatanımız oluşu aynı zamanda hürriyetimizin oluşudur. Hürriyetimiz milliyetçiliğimizin güvencesidir. İçlerine sindirdikleri köle ahlakıyla Müslüman kimliklerine halel gelmeyeceği fikrini akıllarından geçirenler ellerine fırsat geçince milleti satmakta beis görmeyeceklerdir. ( Cuma Mektuplarından Alınmıştır – İsmet ÖZEL )

"LAİK DEĞİLİM ÇÜNKÜ MÜŞRİK DEĞİLİM"

Modern zamanlarda Müslümanların karşısına İslami ölçülere göre şu oranda veya bu üslupta Müslüman olmak gibi bir mesele çıkmış değildir. Liberalizm ölçüleri içinde Müslümanlar hem bir Müslüman hem de bir başka şey “demokrat, laik, sosyalist, ırkçı, feminist, çevreci v.s.” olmayı içlerine sığdırabileceklerini düşünecek kadar itikadi bütünlüğünü kaybetmiş duruma düşebilmektedirler. Yani modern zamanlarda kendine Müslüman diyen çok sayıda insan hayatlarına anlam veren ilke veya ilkeleri İslam’dan almaksızın yaşayışlarını düzenlemekte ve buna nihai noktada bir İslami gerekçe bulmakta veya belli belirsiz böyle bir gerekçenin bulunabileceğine inanmaktadırlar. Öyle kabul ediyorum ki bu türden insanların inançları cahiliye dönemindeki müşriklerin, İslam tebliğ edilmeye başlandığı zamandaki müşriklerin inançlarının bir anlamda günümüzdeki yansımasıdır. Yani bu insanlarda bir müteal(yüce, ulu) Allah inancı vardır, fakat hayatlarına yön veren ilkeyi Allah’ın emir ve yasaklarından almazlar. Daha da ötede, Müslüman olmanın yaşama alanlarının tümünü kapsayan gerekliliklerle yerine getirebileceğini bilmezler, bildirildiği zaman kabule yanaşmazlar. Müşrik inancının modern zamanlarda yaygınlaşmasında laiklik özel bir görev üstlenmiş durumdadır. Müslümanlığı ve laikliği aynı anda benimsemiş görünen kimselerde belirgin ve ayırıcı özellik ikili karakter taşır. Toplumun örgütlenmesi ve işleyişi hangi esaslar dahilinde yürütülmelidir sorusu sorulduğunda çağdaş müşrikler İslam kaynaklarının tek belirleyici olacağını reddederler. İkinci olarak, inançlarındaki toplumsal sorumluluk unsurlarını hesap dışı tutarlar. Yani bir yandan inanç ferdi bir olaydır ve insanların iç dünyalarının değerleri arasındadır; öte yandan da ferdi inançların hiçbir toplumsal yükümlülüğü olmadığı görüşüne saplanmışlardır. İlk bakışta bu iki yaklaşımın aynı kapıya çıktığı sanılabilir. Doğrusu her iki yaklaşımdan da istihal(başkalaşım, değişim) edilen sonuç Müslüman çoğunluğun boyunduruk altında tutulmasına, kafir hükümranlığının kolaylıkla kabul edilmesine varır. Fakat bu yaklaşımlardan birincisi, yani toplum örgütlenmesinin İslam dışı esasları belirleyici kabul ederek sağlanması kafirlerin müşrikleri yönetmesine yarar. İkinci yaklaşım, yani inancın toplumsal sorumluluktan arıtılmış olarak baskın kılınması da müşriklerin Müslümanlar üzerinde hakimiyet kurmalarına yarar. Körfez savaşı dolayısıyla Müslümanlar üzerinde bu katmerli operasyon pervasız ve fütursuzca uygulamaya sokuldu. Laikliği reddeden Müslümanlar için karşı çıkılacak taraf net ve belirgindi, ama aynı Müslümanlar yanında olmaları gereken taraf hakkında aynı netlikten rahatça söz edemezlerdi. Laikliği reddeden Müslümanlar için bir başka netlik de dünya hakimiyetine oynayan güç karşısında Müslüman kisvesi altında olanların hangi tavırlar içinde olduklarını açık seçik görme imkanı dolayısıyla doğdu. Bir bakıma dünyanın rububiyyet (ilahlık) iddiasındaki güçleri kendilerine tabi olanları sonuna kadar laikleştirdiler. Müslümanlar altından kalkılması güç bir temyiz gücü göstermek mecburiyeti altında kaldı. Dağınık ve örgütsüz olmalarına rağmen kafirlerin oyuncağı olmadıklarının ağırlığını hissettirdiler. Bunu nasıl yaptılar? Daha çok laikleşmiş ve nüfuzlu göründüğü halde çaresizliğini sergileyenleri yalnız bırakarak. Müslümanlar baskıcı güçlerin yedeğinde savunulan düşünceleri açıkta ve kirlenmiş bırakarak bir tavır ortaya koydular. Müesses nizamın korunmasında görev almayacaklarını belli etmek suretiyle susarak bir şey söylediler. Kazanç peşinde itikadi doğrularını eğip bükenlerin tek başlarına kalacaklarını belli ederek geleceğin zevahiri kurtarmakla inşa edilemeyeceğini lisan-ı hal ile dile getirdiler. Geçtiğimiz günler öğretici günler oldu. Müslümanlar laikliğin müşrik bir kafa yapısıyla nasıl yanyana, kolkola, içiçe ilerlediğini öğrenmekte büyük kolaylıklar elde etti. Bütün bu öğrenilenlerin tarlaya atılmış tohumlar olduğunu düşünebiliriz.İslam dünyası yeni şartlarda yeni bakış açılarına sahip insanların gücüyle beslenebilir. Bu yeni insanlar dünya zorbalarının telkin ettiği şirk ve dünyaya zincirlemenin alçaltıcı kirinden uzak durmayı başarabilirler. Bizim bugün yapabileceğimiz ömrümüz içinde belli bir İslami başarıya ulaşılamamış bile olsa başarı imkanının nakledilebileceğini sağlamaktır. Bunun ilk şartı da zalimlere yaranmaya çalışmakla İslami sorumlulukların yerine getirilemeyeceğinin bilinmesi ve bildirilmesidir. (Cuma Mektuplarından Alınmıştır – İsmet ÖZEL)

4 Temmuz 2008 Cuma

"AĞZINDA GEVELEME; TÜRK MÜSÜN, GAVUR MUSUN; ÇABUK SÖYLE!" -2-

Bu soru sana da, bana da, ötekine de tarihten kaldı. Bizi, hepimizi, her birimizi bu soruya cevap vermeye tarih zorluyor. Ben tarih’i takmam, tarihin canı cehenneme demeye kalkışırsan, bilesin ki asıl senin canın cehenneme yönelmiştir ve belki yarı yolu kat etmiştir bile. Bu kadar kesin nasıl mı konuşuyorum? Şimdi anlayacaksın: Dünya sistemi dediğimiz hegemonya dizgesi Türklüğe ve gavurluğa ilişkin sözlerin ağızda gevelenmesinden yarar umuyor. Ve hayatımızın İslamiyet’le ne kadar mukayyet (kayıt altında) olduğunun fark edilmemesi için elinden geleni ardına koymuyor. Senin kafanı Türk mü, gavur mu olduğun konusunda ne kadar çok bulandırırlarsa sistemin çarkları o kadar gıcırtısız dönüyor. Türkiye’de yaşayan birçok insan Türklük ve gavurluk arasında bir duvar saatinin sarkacı gibi gidip geliyor. Şimdiye kadar hep “saat işlesin, sarkaç gidip gelsin” diyenler duruma hakim oldular. Onların hakimiyetiyle Türkiye batağa saplandı. Bataktan kurtuluş ancak sarkaç halinin terkiyle mümkün olabilir. “Ya Türklükte yahut gavurlukta karar kılınacak.” Karar; doğurduğu sonuçlarla birlikte üstlenilecek. Haçova Meydan Muharebesi’yle başlayan “Türklük” yani “Haçlı ordusu karşısında uğradıkları bozguna son verdikleri için muzaffer olan Müslümanların kendilerine seçtikleri kimlik tecrübe edilen bunca iksirden sonra bugün artık BİLLURLAŞMALI, BERRAKLAŞMALIDIR.” Neden buna ihtiyaç vardır? Bilhassa şundan: ”Besbelli ki senin, benim, ötekinin Türklüğü ve gavurluğu ortaya zihin bulanıklığı çıkarmaya devam ederse şimdinin felaketlerini daha büyük felaketler takip edecektir.” Gavura gavur diyemediğin zaman Türk’e de Türk diyemezsin. “Bu dilsizlik şartı gavurun gavurluk yapmasını engellemez; ama aynı şart karşı tarafın (Türk’ün) elini kolunu bağlar.” Berraklıktan mahrum kalındığı zaman bırakın Türk’ün Türklük yapmasını kendinin Türk olarak adlandırılması hususunu bile yerli yerince anlamlandıramaz. Anlam peşindeyiz. Ben senin Türk mü, gavur mu olduğun konusunda itminan sağlamanı (emin olmanı) kolaylaştırmak istiyorum. “Bombayı gavur kaçıncı defa savurduysa kime savurdu?” , “Kılıcı gavur aralıksız salladıysa kime salladı?” , “Türk’e mi, bir başka gavura mı?” , “GAVURUN ELİNDEN EKMEK YİYEN ELİNDE Kİ KILICI KENDİ HESABINA SALLAYABİLİR Mİ?” , “Gavurun kılıcını sallayan, Türklükten çıkmış mı olur?” Tarih bütün bu soruların cevabını içinde barındırıyor. Etnoloji (kavmiyet bilimi), antropoloji (insan bilimi), giderek sosyoloji bu ve bu türden sorulara cevap bulmaktan acizdir. Bilinç ve istem (şuur ve irade) olmaksızın tarihin meşguliyet alanına giremeyiz. Hem başlangıcımızı, hem de sonumuzu tarihin meşguliyet alanında buluruz ve elbette kendimiz için “iyi” bir son olsun isteriz; ama bundan da önemlisi herhangi bir “sonumuz” olmasıdır. Varlığına son verilmesinin kayda değer sayılmadığı insanlardan olmak varlık alanına hiç çıkmamak demektir. Tanımı gavurlar tarafından getirilmiş bir Türklük, o tanımı getirenlerin gerek duydukları yer ve zamanda istedikleri biçime sokabilecekleri bir Türklüktür. Alçaltılmış bir kavramdır. Buna mukabil, tanımı Türklüğü tercih etmiş olanlar tarafından getirilmiş “Türklük” dünyaya yön verecek bir yetkinin ele geçirilmesi anlamına varır. Peşine düştüğümüz anlam budur. Kimdir Türklüğü tercih etmiş olan?: ”KÜFFARIN KURDUĞU DÜZENİN YERİNİ İSLAM DÜZENİNİN ALMASI UĞRUNA ÇATIŞMAYI GÖZE ALAN HER KİM İSE O, TÜRKLÜĞÜ TERCİH ETMİŞ OLUR” Miladi takvimdeki 1071 tarihi bu bakımdan en önemli dönüm noktasıdır. Bu noktadan itibaren ideal olarak gözümüzde büyütmemize gerek olmayan; ama İslam düzeninin kafir tasallutundan masum kaldığı bir dönem yaşanmıştır. Kafirler İslam düzenini tanınmaz hale sokmak için şerefini Türklükle kazanmış toprakların işgal edilmesinin en tesirli yöntem olduğunu biliyorlardı. Sıkı dur: “ŞEREFİNİ TÜRKLÜĞE BORÇLU OLAN TOPRAKLARI KAFİRLER HER SEFERİNDE İSLAM’I BAHANE EDEREK İŞGAL ETTİ.” Türkiye’de yapısal işgal Tanzimat sonrasındaki bütün reformların ayak izlerini takip etti. Türkiye’de “İslamiyet’in özüne dönülüyormuş” izlenimi verilerek ve “itaatkarlığına bulduğu gerekçe” dindarlık olan herkesin desteği alınarak “Türklükle şereflendirilmiş” her türlü işleyiş berhava edildi. KÜFRE DİRENİŞİN İTİBAR KAYBETMESİ İÇİN GAYRET SARF EDENLER TÜRK MÜYDÜ, GAVUR MUYDU? Napoleon Bonaparte 1798’de Mısır’ı işgal ederken Müslüman’mış gibi davrandı. Mısır’ı yönetenlerin İslamiyet’e ters düştüğünü iddia etti. Beyannamelerinin baş köşesine “Besmele” yerleştirmekle yetinmedi, hemen altına “Kelime-i Şahadet” ilave etti. Tıpkı “bir kısım medya” gibi “bir kısım ulema” Napoleon’un arkasında idi. Demek ki işgalci güç en azından bazı kimselere Müslüman görünmeyi başarabilmiş, kafalar bulandırılabilmişti. O günlerde Mısır’da herkes için “Türk mü, gavur mu?” sorusu sorulabilseydi herkesin yeri sarahatle anlaşılmış olurdu. Siz de bugün kendi konumunuza kendi gözünüzde açıklık getirin. Napoleon’a mı benziyorsunuz? Ona tabi olanlara mı? “TÜRKLÜĞÜ KAZANMAK VE KAYBETMEK HANGİ TAVRI BENİMSEMEYE BAĞLI?” 1914-1918 savaşı boyunca İngilizler işgal ettikleri yerlerde yetki alanlarını İslam’a hizmet ettikleri propagandası sayesinde genişlettiler. Müttefikler Orta-Doğu’ya geliyor ve onların gelmesiyle Türk istilası(!) sona eriyordu. 1. Cihan Harbi Hıristiyan kuvvetlerin arasında savaşsalar bile Türk topraklarını ele geçirmeleri konusunda yekvücut hareket ettiklerinin göstergeleriyle doludur. Kafir işgalcilerin ve onların işbirlikçilerinin yaptıkları ve “aciz-ucuz” insanlar üzerinde sonuç aldıkları ilk iş “Türklüğü Müslümanlıktan ayırmak olmuştur.” “Lawrance of Arabia” ibaresinin bütün çağrışımları Türk düşmanlığında odaklanır. Günümüzde adı anılan İngiliz casusunun yazdıklarından yararlanmayı marifet sayanlar kendilerine sorsunlar bakalım, Türk mü imişler, yoksa gavur mu? Türklük demek kafire mukavemet demektir. “MÜSLÜMAN’I MÜSLÜMAN’A KIRDIRAN BÜTÜN SEBEPLER TÜRKLÜKTEN ÇIKMAYI GEREKTİREN SEBEPLERLE ÖRTÜŞÜR.” 1956 yılında İngiliz-Fransız-İsrail askeri güçleri Süveyş kanalına hücum ettikleri zaman başarılarının ancak İslam topraklarında “Türk Ruhundan” eser bırakmamak suretiyle teminata kavuşabileceğini biliyorlardı. Bu sebeple ABD’nin başını çektiği BATI halkının çoğunluğu Müslümanlığı benimsemiş bütün toplumlarda geçerli olmak üzere bir “Kafir Devlet / Müslüman Millet” taksimatına vücut verdi ve icat ettiği çatışmanın delillerini Türklüğe başvurmayı gereksiz kılacak bir biçimde harekete geçirdi. Müslüman nüfusun yoğun olduğu her ülkede iktidara sahip olanlar ve iktidara talip olanlar hasımlarına karşı yegane desteğin “yukardan”, “Batı’dan” geleceğine ikna edildiler. Ele geçirilmek istenen canlılar tuzağa gafletleri sebebiyle düşmezler. Tuzaklar bilhassa ikbal peşinde olanların av durumuna düşeceği biçimde hazırlanır. Tuzağa düşen ya konulan yemi çekici bulmuştur veyahut dikkatini kavuşmak istediği şeye yoğunlaştırdığı için bastığı zeminin ne kadar sağlam olduğunu ölçme gereği duymamıştır. Bir insanın Türk mü, gavur mu olduğu, muhatap olduğu tuzaktaki yemle kurduğu ilişkiyle açıklanacaktır; soyuyla sopuyla değil. Türk mü, gavur mu olduğumuz sorusu anlamlı bir soru olacaksa bizim bir vatanımız olup olmadığı, varsa niçin bir vatanımız olduğu, vatanımızın niçin burası olduğu sorularının cevaba kavuşturulmasıyla olacaktır. Anlamlı soruyu bulduysak anlamı da bulduk demektir. Bulduğumuz bu şey ne işe mi yarar? Sonunda benden öğrenmek istediğin bu kadarcık idiyse yazıklar olsun sana! (Cuma Mektuplarından – İ. Özel)

26 Haziran 2008 Perşembe

"KIYAMET YAKINDIR DİYE Mİ TÖVBE ETMELİ?"

Kıyamet yakındır diye mi tövbe etmeli? Evet, hiç şüphesiz ki evet. Kıyamet yakın hem de çok yakındır. Nereden mi biliyorum? Okuduğum, bildiğim kadarıyla Rasulallah (s.a.v.) kıyametin kendi sağlığında kopmasından endişeleniyordu. Resul-i Ekrem ufukta kara bir bulutun belirmesinden tedirgin olur, o bulutun sonradan yağmur indirişi sebebiyle büyük bir ferahlık duyar idi. Onun bu titizliği boşuna ve yersiz sayılabilir mi? Değilse bizim umursamazlığımıza hangi anlamı vermeli? Bizimkisine en azından “gaflet” adı verilebilir; ama korkarım durumumuz biraz daha ağır. Ağır, çünkü kimileri gözlerimizin içine baka baka şunu söylüyor. “Görüyorsunuz, kıyamet kopmadı, bu gidişle kopacağı da yok; ne yapacaksan yapacağını ona göre yap”. Birisi bize karşı bunu telaffuz ettiyse veya lisan-ı hal ile (hal diliyle) söylediyse, biz ona şunu sormuyoruz: “Sen hangi dindensin? Senin dininin Allah indinde yeri nedir?” Biz bu soruyu sormadıkça Müslüman olarak kendi dinimiz ile kendi konumumuz arasında ki bağın ne kadar ciddiye alınacağı hususunu da belirsiz duruma getiriyoruz. Daha kötüsü, bizim Müslümanlığımız gayri-Müslim odaklar eliyle ne derece belirsiz kılınmışsa ona rıza gösteriyoruz. Müslüman olarak bazılarımız kendi dışımızdakilerin, dışımız da bulunmakla kalmayıp bizi kör, sağır, kütürüm kılma niyetini ve faaliyetini hiç elden bırakmamış olanların bizi tarif etmelerine, dolayısıyla bizi yemelerine fırsat veriyor. İslam tarihi bu kabil alçalmalara yabancı değil. Aynı İslam tarihi yükselmeleri de kaydediyor. Demek ki bazı Müslümanlar da kendilerini gayri-Müslim çevrelerin-odakların tarif etmelerine rıza göstermeyecek. Dolayısıyla kendini yedirmeyecek. Bu bağlamda kıyamet yakındır diye tövbe edeceğiz. Tövbe-istiğfar edeceğiz. Taat ve ibadeti hiç aksatmayacağız. Takvaya yaklaşmaya çabalayacağız. Her birimiz her gün biraz daha sofu olmakla her işimizi hal yoluna sokabilecek miyiz? Bu soruyu sormakla kendimizi çağdaşlık zehrine bulaştırmanın hazzına boylu boyunca bırakmış bulunuyoruz. Sofuluk ilk reddedeceğimiz bir tutum değil oysa. Ben derim ki olabilene ne mutlu; ama ben değilim. İnsan sofu olmayınca tövbe-istiğfarın kıymetini bilmekten geri durmaz. İnsan sofu değildir diye taatten ve ibadetten uzaklaşmaz. Sofu olmamak takva sahibi olma imtiyazını bir başkasına kaptırmak demek değildir. Müslümanlar bakımından -halli noktasına yaklaşılamadığı için- zillete düştükleri mesele hiçbir bakımdan dinin hangi uygulamalarla hükmünü yürütebileceği meselesi değildir. Müslümanlar kendi aralarında bir parçalanmışlık arz edişlerinin cezasını çekmiyorlar. Müslümanların düşüklüğüne sebep olan şey kaybettikleri özü yeniden ele geçirme çabası yerine, kaldığı kadarıyla biçime sımsıkı sarılmalarıdır. Onların bu derece biçim düşkünü durumda donmuş veya dondurulmuş olmaları gayri-Müslim odakların kendilerinde İslam’da biçimin değil, özün tercih edilmesi yolunda -telkinde bulunma hakkı- bulunduğu izlenimi edinmelerine yol açıyor. İslam’da öz ve biçim birbirinden ayrılabilir mi? Zekat veriyormuş gibi yapsanız zekat vermiş olur musunuz? Yahut İslam devleti olduğunu hem inkar eden ve hem de İslam devleti olmadığını kanıtlamak için özel bir tutum sergileyen devlete verdiğiniz vergiler zekat yerine geçer mi? Hacca gitmek niyetiyle kuzey kutbuna doğru yola çıktığınız zaman size ne derler? Teorinin ve pratiğin İslam’da nasıl anlaşıldığına dair bir fikriniz var mı? Vakitsiz ezan bir anlam taşıyorsa, ne anlam taşıyor? Ömrünüzün herhangi bir anında bir kez olsun, “Ben neyimle Müslüman’ım?” , sorusunu sordunuz da, buna kesin bir cevap sağlayabildiniz mi? Böyle sorular uzayıp gidecektir. İnsanlık tarihine bakılınca sorulardan daha çok soruları kimin sorduğunun önemli olduğu fark edilecektir. Öyleyse “kimlerin” “kim” oldukları bilinmedikçe insanlık tarihini bilmekte imkansız. Bir şeyin gayri-şahsiliğine karar verdik mi o şeyin tarih dışı kaldığını da kabullenmek zorundayız. “Karım ölünce kıyametin küçüğü, ben ölünce kıyametin büyüğü kopacak” diyen Nasrettin Hoca bu kabulümüze atıfta bulunur. Öz ile biçim arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu anlarsak ve İslam’ın bu ikisinden hangisine öncelik verdiği konusunda yaşanılan tereddütten kurtulursak dünyada biz insanların; ama özellikle biz Müslümanların ne işi olduğu hususunu kısa yoldan açıklığa kavuşturmuş oluruz. İslam’a karşı düşmanlık hissi taşıyanların ilk işi İslami biçimlere hücum etmek olacaktır. Düşmanlıklarını etkili kılmak isteyenler her konuda özün biçimden önce geldiği fikriyle harekete geçeceklerdir. Her konuda olduğu gibi, özün korunması ve devamı için biçimden vazgeçtiğini veya vazgeçilmesi gerektiğini söyleyenler söylediklerinin tam tersi bir sonucu arzulayanlardır. Zira insanlık tarihinde hiçbir öz gösterilemez ki kendine mahsus biçimi kaybettiği halde, kaybettikten sonra da varlığını devam ettirebilmiş olsun. Biçimin terki hususunu kabul ettirmek isteyenler, o biçim yardımıyla korunan ve savunulabilen özün korunmasız ve savunmasız kalması beklentisi içindedir. Özü kaybolmuş, tükenmiş, bozulmuş biçim, özsüz kalmış biçim olabilir. Tersinin olması ise imkansızdır: En uygun biçimi bulmaksızın hiçbir özü ifade edemezsiniz. Hiçbir özün üretilebildiği o öz belirgin bir biçime girmedikçe iddia edilemez. Özün kemale erdirilmesi biçimin kemale erdirilmesinden başka bir şey değildir. “Biçimsiz kalmış öz diye bir şey yoktur, olmamıştır, olmayacaktır.” Dünyanın neresinde bulunursa bulunsun bir insanın, yani bir Müslüman’ın yegane işi biçimi, biçimciliği bir kenara bırakmak değil, tam tersine ulaşabildiği kadarıyla biçimi öze uygun kılmak, biçimin ihtiyaç gösterdiği öze kavuşmak üzere davranmak ve biçimin koruduğu alanda “özün gelişimi uğruna” emek sarf etmektir. Müslümanlar öz ile biçim arasındaki ilişkiyi yorumlamaktan imtina ettikleri nispette küfrün tasallutuna rıza göstermiş oluyor. “Binanın ve zinanın” çoğaldığına dikkat çekenler biçimcilikle suçlanıyor. Suçlananlar cezaya çarptırılmamak ve kendilerini İslam düşmanları gözünde beraat ettirebilmek için olmadık cambazlıklara girişiyorlar. Bu arada “tövbe-istiğfar” etmek kimsenin aklına gelmiyor. Bu tutum yalnızca İslam’dan uzaklaşmaya değil, aynı zamanda Müslüman’ın küçük görülmesine, kafirlerin yardakçısı derekesine düşürülmesine sebep oluyor. Üstüne üstlük yukarıda kısmen temas edilen hususların şikayet konusu edilmesi de yadırganıyor. Kıyametin ne kadar yakın olduğunu bilmem anlatabildim mi? (Cuma Mektuplarından – İ. Özel)

25 Mayıs 2008 Pazar

"NEDAMET GETİRENLER ÇÖZÜM GETİREMEDİ; YOL TÖVBE EDENLERİN ÖNÜNDE AÇILACAK"

Güzellikle anlamayanlar kaldıysa, birisi onlara dayak zoruyla anlatacak. Dayak atma gücü kimde mi var? Madem dayağa maruz kalmak istemiyoruz; onu bir kalem geçelim. Biz güzellikle anlaşılmaya müsait olan neymiş, ona bakalım. Aklı olanın güzellikle anlayacağı şey Türkiye için geçerli olan düşünme ve davranış yolunun dünya için de geçerli olduğudur. Değil mi ki “Adem soyu” olarak hepimiz kovulduğumuz yere, cennete dönmek istiyoruz ve değil mi ki aramızda artık kurtuluşumuzun cennete girmek olduğunu bilmeyenimiz kalmamıştır; o halde doğru davranışı yanlıştan ayırt etmemiz “Vacip”tir. Bunun için görüldüğü kadarıyla, tövbekar olanların, istiğfar edenlerin kurtulma ihtimalinin hayli yüksek olduğunun farkına varacağız. Yine görüldüğü, görülebildiği kadarıyla, nadim olanlara, pişmanlık duyanlara kurtuluş imkanından düşen nasibin pek verimkar sayılamayacağını bileceğiz. Nedametle tövbe arasına bu kalın çizgiyi çekmek neden? Tövbe etmekle, pişman olmak hemen hemen aynı şeyler, birbirlerinin yerine konulabilecek şeyler değil mi? Değil. “Tövbe-istiğfar eden aynı zamanda pişman olmuş, nedamet getirmiş olur; oysa pişman olan insan tövbe etmiş sayılmaz ve nedamet getirene müstağfir (istiğfar eden) denmez.” Nedamet getirmenin ne mana ifade ettiğini anlamakla işe başlayalım. Çünkü insanlar işlerini çağlar boyu tövbe etmenin hakkını vermektense nadim(pişman) olmanın uyanıklığından istifade etmek suretiyle yürütmüşlerdir. Bunun böyle olduğu gerçeğine ulaşmak, aklını kullanan herkes için, “ilm-el yakiyn”, çok kolaydır. Pişman olduğumuz şeyler kurnaz davrandığımız halde olayların gidiş yönünü kestirmekte başarısız kalışımızdan dolayı ceremesini çektiğimiz şeylerdir. Yumurtalarımızın hepsini aynı sepete koyduğumuz için pişman olabileceğimiz gibi, gereğinden fazla sepet kullandığımız için de pişman olabiliriz. Ağzımızdan o kelimeleri kaçırdığımızdan dolayı nedamet getirebiliriz. Keşke o sözleri söylemeseydim deriz. Nadim olmamız sükut ettiğimiz takdirde de muhtemeldir. Hazır dilimin ucuna gelmişken hepsini keşke söyleseydim deriz. “Kısacası bizim bütün nedamet getirişlerimiz bir kazançtan mahrum bırakıldığımıza kanaat getirdikten sonra gerçekleşir.” Birinin kalbini kırmış olmaktan ötürü nadim olmuşsak bu, onun bize yumuşak davranmasının gereğini hissettiğimiz günün doğuşundan sonradır. Yani nedametin, pişmanlığın terbiyevi, ıslah edici, tekamül ettirici(kemale erdirici) bir yönü yoktur. Giderek nedamet;”hataların daha büyük hatalar doğurmasına sebep olan faaliyet alanını genişletir. Oysa “Tövbe” hassaten terbiyevidir. Biz kabahat saydığımız, günah olduğunu öğrendiğimiz, bizi suçlu mevkie düşüren her ne ise onu bir daha yapmayacağımızı bildirerek tövbe ederiz. Tövbe ile, küçük veya büyük, bütün insanlar Allah’tan af dilerler. Allah’tan af dilemenin manası ıslah olunma yolunu açmaktan başka bir şey değildir. Tövbe eden işlediği hatayı tekrar etmeyeceği gibi, hata işlemenin daha da nadir ve müşkül olduğu bir yaşama tarzını seçme tavrını benimser. “Yani tövbe arındırır.” Öte yandan, nedamet insanları bir hatayı işlemelerinden ötürü kendilerinin zarar görmeyecekleri bir bilince sevk eder. Nadim olan bir tuzağı atlatabilmek için öyle manevralar yapar ki bütün yaptıklarının başlı başına bir kapan(tuzak) olduğunu fark edemez. Tövbe eden tövbe edişinde başarısızlığa uğrayabilir. Tövbesini bozanı çok görmüşüzdür.”Lakin tövbeyi bozmak insanı bir kez daha tövbe etmeye yaklaştırır.” Belki daha bir arınmanın ihtiyacı belirir insanda. Tövbe ile nedamet arasındaki kalın çizgi en çok bu durumlarda belirginlik kazanır: ”Pişman olanın pişman olduğuna pişman olduğunu düşünün…Bariz bir ahlaki teşevvüş (karışıklık) ve akabinde düşüş söz konusudur artık.” İnsanlığın “modernlik” yaftası altında benimsedikleri yaşama tarzı başından beri hem “modern” olmayı hayırhah sayanlar tarafından, hem de tabiatıyla modernlik uygulaması yüzünden bir felakete duçar olunduğunu ileri sürenler tarafından eleştirildi. Türkiye her iki tarafın da eleştirisine bigane(ilgisiz) kalarak modernliği bünyesine yansıtmaya çabaladı. Dünyada ve Türkiye’de bol miktarda modernlik yüzünden nedamet getiren insana rastlayabilirsiniz. Modernlik seline kapılınması sebebiyle tövbe edenlere rastlamak pek zordur. Çünkü tövbekarlar orada neces(pislik) gördükleri için toplumun itibarlı alanlarına yanaşmaz, toplumun itibarlı alanlarını işgal edenler de arınmaktan ürktükleri için tövbekarlara toplumun itibarlı alanlarında yer açmazlar. Modernleşme süreci boyunca “nedamet” esas tavır, “esas duruş” olarak karşımıza çıkmaktadır. Karşımıza çıkmayan ise “tövbe”dir. Batı’da geçerli düşünme biçimine aşina olanlar bilir ki Batılılar asırlardan beri politik, sosyal, ekonomik tercihlerinin husule getirdiği duruma bakıp: “Tüh! Bu sefer de tutturamadık!” der gibidirler. Batı medeniyetinin sürekli kararsız denge tercihinde bulunması, attığı her adım sebebiyle nadim olması ve aynı yönde önceki hatalı adımları telafi edebilecek özellikte daha iyi bir adım atabileceği iddia ve inancından hiçbir şey eksiltmek istemeyişindendir. Türkiye ağır hata yükünü yüksünmeden Batı medeniyetini hal-i hazırda, hem sadakatle hem ısrarla takip ediyor. Neden böyle yapıyor? Bu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal etmiş en kallavi mirastır. Cumhuriyet idaresi Osmanlılardan tövbeye yanaşmama; ama buna mukabil olabildiği kadar pişman olma alışkanlığını devraldı. Bu alışkanlıkla toplum tepeden tırnağa değişime zorlandı, bu alışkanlıkla beynelmilel ilişkilerde bir yörünge benimsendi. Biz “Türkler” nadim olanlardan değiliz. Biz “Türkler” tövbe edenlerden teşekkül ediyoruz. Müşekkel (şekli, yapısı, kalıbı gösterişli olan) bir Türk göremediğinizi bir şikayet olarak dile getirebilirsiniz. Haklı bir şikayettir bu. Tövbe edenler biz “Türkler” olduğumuz için tövbesini bozanlar da hep biz “Türkler” içinden çıkıyor. Hatırlamakta fayda var ki tövbeyi bozmak yeniden tövbe etmeye engel değil. Ne olursa biz “Türkler” aleyhine bir hasmane gözetim altında oluyor. Bu sebepten ötürü kaç kişi idüğümüz kadar kaç kişi kaldığımız da bir muamma. Bu saatten sonra muammayı çözebilir de tanışmayı başarabilirsek, meselemizin ne olduğu konusunda bir anlaşma zemini oluşturabilirsek, neye, ne sebeple, ne derecede katlandığımız konusunda zihnimizde bir sarahat belirirse biz “Türklerin” önünde bir yol açılacak. Yolun açılabilmesi tövbekar olan biz “Türklerin” nedamet getirenlerle aynı kap ve kalıpta telakki edilmeyişi şartına bağlı. Tövbe edenlerin önlerinde açılan yolu yürüyebilmeleri için sadece kendileri olmaları yetiyor. Tövbe ettikleri, arınma sürecini başlattıkları için nedamet getirenlerle şöyle veya böyle bir ittifaka mahkum değiller, hareket serbestisi elde etmelerinin temeli sayılabilecek türden icazetler sağlayabilmek için bir uzlaşmaya mecbur değiller, yürüdükleri yolda ilk adımı dünyadaki hegemonyayı reddederek attıkları için dünyanın güç odaklarının hoşgörüsünden yararlanmaya ihtiyaçları yok. Akıl sahibi herkes biz “Türklerin” yolundaki haklılığa akıl erdirecek durumda olmalıdır. Yoksa onlara akıl sahibi denmez. Biz “Türkler” etrafımıza bakıyoruz ve bütün nedamet getirenlerin tövbekar taklidi yaptığını görüyoruz. Aslı taklidinden ayırma ehliyetine kavuştukça “Türk” oluyoruz. Oluyoruz da ne oluyor? Gösterilirse göreceğiz… Bizi Yaratan yanlış bir çağda veya yanlış bir yerde yaratmış olamaz. Öyleyse kendimizde nizam verici bir güç vehmetmemiz için hiçbir mazerete sahip değiliz. İçinde bulunduğumuz şartlarda doğru olanı tefrik etme (fark etme) imkanından mahrum olamayız. Mahrum olsaydık mükellefiyetlerimiz olmazdı. Tövbe ettiysek görüşümüzün nasıl berraklaştığını da fark etmiş olmalıyız. Bütün görüş bulanıklığı pişman olmaktan, nedamet getirmekten doğuyor. Daha iyi bir oyun sergileme peşinde olanların hüsrana uğrayacakları bir düzenekle karşı karşıyayız. Oyuna dahil olduğumuz için tövbekar olacaksak, tam sırası… ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

14 Mayıs 2008 Çarşamba

"TÜRK; AMA TÜRKÇÜ DEĞİL, MÜSLÜMAN; AMA ŞERİATÇI DEĞİL"

Yaşamakta olduğumuz söylenilen, içinde bulunduğumuzu sandığımız zaman dilimi bir ülke olarak Türkiye’nin tarihteki hangi evresine tekabül ediyor? Türk ülkesinin nereden gelip nereye gittiği bilinseydi şimdi nerede olduğuna şıpın işi ( derhal, hemen ) karar verilebilirdi. Bir gelişme aşamasından mı söz etmelidir? Zevalin bir basamağından diğer bir basamağına inişine mi tanıklık ediliyor? Bir tür “fetret devri” mi geçiriliyor? Zihnini bu tarz sorularla meşgul eden, “Yalova Kaymakamı’nın” akıbetiyle yakından ilgili böylesi sorulara cevap bulayım diye mesai harcayan var mıdır? Varsa kimlerdir bunlar? Andıysam bir ülke olarak Türkiye’yi andım, değil mi? Sözüme bir millet olarak Türkleri anarak başlamadım. Bir millet olarak Türklerin tarihteki yeri bir ülke olarak Türkiye’nin tarihteki yerinden hangi bakımdan ve ne ölçüde ayrı tutulabilir? Derin mesele. Milleti hiç işe karıştırmasak, sadece ülke olarak Türkiye’yi hesaba katsak sözünü ettiğimiz şeyin bir coğrafi varlık mı, yoksa o coğrafya alanına söz geçiren teşkilat gücümü olduğundan emin olamayacağız. Bir toprak parçasına mı Türkiye diyoruz; yoksa bir devlete mi? Bir muamma değil bu. Bir toprak parçasının “vatan” haline gelmesiyle Türkiye adlandırmasının geçerli kılındığını fark etmek için üstün zekalı olmaya gerek yok. Ancak devlettir ki bir toprak parçasını o “vatan” haline getirebilir. Namık Kemal’in içine düştüğü tereddüt giderildi. Şair “Vatan yahut Silistre” demişti. Şimdi Silistre Türkiye sınırları dahilinde değil. Demek ki “vatan” buymuş. Demek ki üzerinde yaşadığımız topraklara Türkiye diyebilmemiz oralarda Türk devletinin söz geçirebilir durumda bulunmasıyla mümkünmüş. Mesele belki bu noktada çatallaşıyor. Devletin devletliğine kimsenin itirazı yok. “Devlet söz geçirebilirlik vasfını kimden alıyor ve gücünü kimin adına kullanıyor?” diye sorduk mu muhtemel cevaplara çok sayıda itirazın yönelmesi gecikmeyecektir. Devlet devletliğine bir etnik özellik temelinden yükselerek mi kavuşmuştur? Devlet kendi geçerliğini bir dinin koruyuculuğuna mı tevdi etmiştir? Devlet teşekkülünü “la-yuhti”(hatasız) bir toplumsal sürece, yakıştırmaları uygun düşüyorsa ümmetten millete geçiş sürecine mi borçludur? Türkiye’nin tarihteki hangi evreye tekabül ettiği konusu bir mutabakat konusu değil. Neden? Çünkü dünyanın egemen güçleri Türkiye’nin herhangi bir şeye tekabül etmesine rıza göstermiyor. Türkiye’nin elde edeceği mütekabiliyet Türkiye’nin kalıcılığının nişanesidir. “Hasta Adam” adlandırmasından itibaren Türkiye’nin varlığını arızi sayan dünyanın egemen güçleri Türkiye’nin gidiciliği hesabıyla hareket ediyor. Türkiye’nin tarihteki yerinin tespiti son dakikada bile olsa bir kez gerçekleşti mi, Türkiye’nin götürüldüğü yerden tekrar nereye geleceği şimdiden belirlenmiş olacaktır. Dünyadaki büyük güç odaklarının hizmetinde olanlar sıra herhangi bir vesile ile Türkiye’nin meselelerini konuşmaya geldi mi söylemler içinde “vatan, millet” kelimelerinin geçmesini istemezler. Çünkü bu kelimeler kullanıldığı zaman birinin vatanın ruhça tasrihini(açıklığa kavuşturulmasını), milletin bedence tasrihini isteyeceğinden korkarlar. Gerek vatan kelimesine ve gerekse millet kelimesine getirilecek sarahat devletin karakterine getirilecek sarahati gerektirecektir. Bütün bu konularda Türkiye’nin geçirdiği oldubittilerin sorgulanması statüko’nun mezarını kazmak üzere toprağa kazma indirilmesi anlamına gelmektedir. Statüko(düzen) hayatiyetini kavramlardaki bulanıklığa, dolayısıyla dünya hayatını Türkiye’de idame ettirmek zorunda kalan insanların zihin kapasiteleri bakımından olduğu kadar ahlak telakkileri bakımından da düşük düzeyde seyretmelerine borçludur. Bu ülkenin kaderiyle bir şekilde ilişkilendirilmiş kimselerden kimliklerini ifade edecek beyanlar beklediğiniz zaman rahatlıkla onların ağzından “Türk oldukları; ama Türkçü olmadıkları, Müslüman oldukları; ama Şeriatçı olmadıkları” ifadelerinin döküldüğüne şahit olabilirsiniz. Tersinin vukuuna da şaşmamak gerekir: Söylediklerine göre “Türkçüdürler; ama Türk değildirler. Şeriatçıdırlar; ama Müslüman değildirler. Türkçü bir siyaset gütmenin dünyadaki güçler dengesinde kendi lehine bir ağırlık doğuracağını düşünen herkesin Türk olmasını şart koşamayacağımız gibi toplum hayatını İslam şeriatına uygun kayıtlar altına almaktan yana çaba gösteren kimseler de kendilerini aynı kayıtlar altında hissetmek zorunda değildir. Geride bıraktığımız yüzyıl içinde;“Türkçü Almanlar da, Şeriatçı Protestanlar da” ortalıkta cirit attı. Durumu tuhaf, gülünç, acıklı bulabilirsiniz. Lakin madalyonun diğer yüzündeki dramatik öğe tahammül sınırlarını zorlayacak özelliktedir. Öyle kimseler vardır ki Türk olmasından ötürü kendisine Türkçülüğün yakıştırılacağı korkusuyla tiril tiril titrer. Öyle kimseler vardır ki Müslümanlığına toz kondurmak istemediği halde kendisinin şeriatçı sanılacağı şartlar altında soğuk terler döker. Türk olmadıkları halde Türkçülük yapanların, Müslüman olmadıkları halde halkının çoğunluğu Müslümanlardan oluşan toplumlarda hayatın “İslam şeriatına” uygun şartlar altında cereyan etmesini savunanların neden böyle yaptıkları sorulacak olursa doğru cevaba ulaşmak pek zor olmayacak. “Bunlar asıl büyük amaçlarına ermek için kendilerinin değil, başkalarının kanını kullanmayı gerekli sayanlardır.” Soğuk Savaş sırasında Sovyetlerin güç kaybetmesini istemekle Türkçülüğün güç kazanmasını istemek müteradifti(aynı manaya gelen). İslam şeriatının eksiksiz uygulanmasını istemekle Batı Medeniyeti’ne karşı durma imkanı sağlayan bir siyasi çözümden uzaklaşmak, vazgeçmek de müteradiftir(aynı manaya gelir). Buradan kalkıp ulaşacağımız sonuca dikkat edilmelidir: “Türk, Türkçü, Müslüman, İslamcı” nitelendirmeleri hem kimin bunları ağzına aldığı ve hem de söyleyenin neyi kastettiği bilindiği taktirde bir anlam kazanabilmektedir. Üstelik bu nitelendirmelerin hangi gaye ile dile getirildikleri açıklığa kavuşmadıkça doğru anlaşılmasına imkan yoktur. O halde karşımıza çıkan “Türk, Türkçü, Müslüman, İslamcı” kelimelerine bir zaman ve mekan tayin etmemiz onların neyi ifade ettiklerini anlamamıza yetmez; Bir de bu kelimelerle neyin inşa edilmek istendiğini bilmeliyiz. Her çağda olduğu gibi günümüzde de hangi kelimelerin parlatılmasına özen ve hangi kelimelerin sönük kalmasına rıza gösterildiğine bakıp kimin ne gibi işler peşinde koştuğuna dair bir fikir edinme kolaylığına sahibiz. Geçerli kelimeler “metropolün” seçtikleriyse bunun bizi “metropole hizmet edenlerin” hoşlanacakları bir yere götürüşüne şaşmamak gerekir. Üzerinde yaşadığı toprakların gönenmesini(yıkanmasını), arasında yaşadığı insanların gönence(temizliğe) kavuşmasını dert edinen bir kişi metropolün kirletilmiş havasını solumaktan korunabilmek için derdi sebebiyle seçtiği kelimelerden bir atmosfer oluşturmak zorundadır. Ne var ki bu kelimelere “şartları ve niyetleri göz ardı ederek” anlam yükleme tutumuna kıskançlıkla bağlılık gösterilirse dayatmaları fark etme kolaylığının zorluğa dönüşmesine yol açılmış olur. Kalkış noktamız “Türk-İslam sentezi” denilen şeyin bir mugalata(yanıltıcı iddia) olduğudur.Çünkü Türk bizzat ve bizatihi sentezdir. Müslüman olma vasfını Türk olma vasfından ayırmak için hangi ölçünün kullanılabileceği belli değildir. Nitekim geçmişten bu güne Türklüğünü taşıyabilmiş kavimlerin sadece İslamiyet’i kabul eden kavimler olduğu diğerlerinin ya Finler, Estonyalılar, Macarlar, Bulgarlar gibi Türk karşıtı bir kimliği benimsedikleri veya rast geldikleri birçok kavmin içinde eriyip gittikleri genel kabul gören bir yaklaşımdır. Halen İsrail işgali altında bulunan Golan tepelerindeki Türkmen boylarının tamamen Araplaştıkları ve İç Asya’dan Doğu Anadolu’ya intikal edenlerin mühim bir kısmının da Kürtleştikleri göz önüne alınacak olursa Türklüğün ve Türkleşmenin kaynağını bir kandaşlık-soydaşlık meselesinde değil, benimsenen bir siyasi tutumda aramanın akliliğine ulaşmak zor olmayacaktır. Bu benimsenen siyasi tutum sadece bir inanç sistemi içinde yer almayı intac (netice, sonuç) etmiyor. “Türklük İslam’ın izzetini koruma sorumluluğunu hissetmekle başladı ve Türklüğün bu güne kadar gelişi sadece bu özelliği sebebiyledir.” İslam’dan soyutlanabilecek bir Türklüğü dile getirenler güttükleri siyaset itibariyle Türkler üzerinde iğdiş edici bir operasyon yapabilme şartlarını hazırlayanlardan başkaları değildir. Bu bağlamda Türklüğü Müslümanlıktan ayırmak Türk topraklarını yağmalamak isteyenlerin ürettikleri ideolojinin bir parçasıdır. Eğer ben geçmiş yıllarda söylediklerim arasında Türklüğü Müslümanlıktan ayrı tutan bir ifadeye yer vermişsem bunun sebebini Türklüğün Türkiye aleyhine kullanıldığı şartların içinde bulunmamda aramalıdır. Türklüğün imdadına Müslümanlık dışında kalan hiçbir yer, hiçbir şey erişemeyecektir. İslam’dan yalıtılmış bir Türklüğün ilk mahvedeceği unsur Türk’ten başkası değildir. Herkim “Ben Müslüman’ım; ama Türk değilim” diyorsa, o kimse çeşitli operasyonlar aracılığıyla Türkiye’nin emperyalizmin dişine uygun bir lokma haline getirilmesine onay vermiş bir kimsedir. Herkim “Ben Türküm; ama Müslüman değilim” diyorsa o kimse Türkiye’nin hem bir devlet, hem de bir millet olarak tarihsiz ve dolayısıyla talihsizliğinden duyduğu memnuniyeti ifade eden bir kimsedir. ( Cuma Mektuplarından – İ.Özel )

TÜRKLÜĞÜN ŞARTI BEŞTİR

Çağlardan beri, Adem aleyhisselamın dünyaya bırakılışından beri, işler olacağına varır. İşleri yapanların sahiciliği de, yalancılığı da süreç içinde kendini gösterir. Geçmiş ve şimdi karşılaştırması içinde sözünde durmamışlık görünüşü arz eden kimseler olduğunu fark etmişsek onların meğer hiç söz vermemiş kimseler olduklarını, sözünde durmayanların gerçekte söz vermeyecek derecede düşük kıratta yaratıklar olduğunu anlarız. Neden böyle olur? Çünkü bütün insanlar içine bırakıldıkları şartlardan husule gelmiştir. Belli şartlardan nasıl insanlar hasıl olduğu da o insanların verili şartları nasıl değerlendirdiğinden kolayca anlaşılabilir. Bakınız son Osmanlı paşalarının bina ettiği Cumhuriyet neyin niçin yapıldığına akıl erdirmekten aciz kimselerin elinde kaldı. Cumhuriyet banilerinin(inşa eden) yaşadıkları günlerin içinde yaşanacak olağan ve olağanüstü günler saklı idi. Dün-Bugün-Yarın caddesinde birçok çizgi var. Çizgilerden hangisinin baskın çıktığı veya çıkacağı bir sahiplenme meselesi. Hangi çizgi güçlüce sahiplenilirse diğerleri sönük kalıyor. Son on yılda milletin millet olma vasfı hiçe sayıldığı ve dolayısıyla devletin sorgulana-bilme imkanı sıfıra indirgendiği için toplum hayatımızda acilen ve şiddetli bir kimlik yoklamasına gerek doğdu. Kimlik yoklaması gerekli olduğu derecede korkutucu. Korkunun ecele faydası yok. “Türkiye Türklerindir” şiarı yürürlükte kalsın isteniyorsa “Türklerin” kimler olduğu sorgulanmalıdır. Bu ülkede bitkiler ve hayvanlardan ötede insanların da bulunduğu kanıtlanacaksa bunun bir “dün-bugün-yarın” hesaplaşması geçirmeden yapılması imkansızdır. İnsan topluluklarının millet vasfı kazanmış olmaları onların bir tür bitki yığını durumu arz etmekten, cins bir hayvan sürüsü özelliği taşımaktan kurtulduklarının işaretini verişlerinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin bugünkü yetkili ve etkili eşhası kendilerine neler olduğunu, başlarına neler geldiğini soracak kuvvetten mahrumdur. Onlardaki bu mahrumiyet Türk topraklarında gözü olanların işini kolaylaştırıyor. İnsanları (her birimiz o insanların içindeyiz) “flora ve fauna”(bitki örtüsü ve hayvanat) muamelesine tabi tutmak isteyenleri böyle bir niyet beslediklerine pişman etmek lazım. Biz Türkler Türkiye’nin bitki örtüsü değiliz. Biz Türkler ne Türkiye de hayatını sürdürmek mecburiyeti altında bırakılmış av hayvanlarıyız, ne de Türkiye’nin ağıllarını doldurmak ve vakti gelince sağılmak üzere burada bulunuyoruz. Bizim burada bulunuşumuz Türkiye’nin düşmanlarına düşmanlık göstermekle bir anlam kazanıyor. Türklüğün taşıdığı anlamı örtmek isteyenler kendi paçalarını kurtarabilmek için yabancılardan yardım bekliyor. Beynelmilel standartların herkes için kurtarıcı olacağı telkin ediliyor. İşte sırf bu yüzden bir aksilik çıkarmak gerekiyor. Bu yüzden ben düşmanlarımın ve düşmanlarımızın işini elimden geldiği kadar zorlaştırayım diye “başıma ne işler geliyor” sorusunu soruyorum. Bu soruyu, hangi yaşta olursanız olun, siz de sorun. Bu sorunun benim için henüz vakti gelmedi veya bu soruyu kendim için sormanın vakti çoktan geçti demeyin. Allah’u Teala’nın sizi hangi şartlar altında bıraktığına titizlikle vakıf olmak zorundasınız. Çünkü kulluğunuzu yerine getirmek istiyorsanız ancak o şartlar muvacehesinde yerine getirebileceksiniz. İnsan ömrü ya nimete şükran veya nimete küfran(nankörlük) ile geçer. Yarın size ve hepimize “verdiklerimle ne yaptın” sorusu sorulacak. Türk halkının “şark kurnazı” uyruk vasfını terk edip sorumlu yurttaşlar haline gelmesinin en geniş, en ferah yolu İslamiyet’in toplum hayatını düzenleyen eksen olduğu gerçeğinin toplumun karar mercilerinin ikrarıyla açılabilirdi. 1973 ile 1993 yılları süresince Türkiye’de bu yolun açılabileceği izlenimi uyandırıldı. Türkiye’de sosyalizmi işlemez hale getirmek için züppeliği devreye sokmak yeterli olmuştu. Türkiye’de İslamiyet’i işlemez hale getirmek için Türkiye’deki hakim zümrelerin küçümsediği bir kesim insanın “ma-sivaya”(Allah’tan başka her şey) olan tapınmalarını harekete geçirmek yetti de arttı bile. Türk halkında bir miktar sosyalizm beklentisi uyanmışsa, onu heba etmenin önemi büyük değildi. Sosyalizmi benimsemiş bir Türkiye modernleşme tasarımında eriştiği başarıyla tatmin olmanın ötesine geçemezdi. Oysa Türkiye’de uç veren “İslam uyanışının” boşa çıkarılması dünyanın büyük güç odakları hesabına çok önemliydi. Çünkü Türkiye’deki İslam uyanışıyla birlikte dünya tarihinin akış istikametine doğrudan etki edebilecek ihtimallerin cesamete kavuşacak gücü kazanabilecekleri ayan beyan ortadaydı. Türkiye’de İslamiyet’in işlemez hale getirilmesiyle bir yandan Batı Medeniyeti’nin nüfuz alanları siygaya çekilmekten kurtuldu; bir taraftan da İslamiyet’in Grek-o-Romen, İbrani-Hıristiyan modernleşme karşısında bir model geliştirme fırsatından imtina edilmiş oldu. Durum bütün insanlığı Türklüğün tarihi yüküne talip insanların belirip belirmeyeceği noktasına sürükledi. Bu noktadır ki; Globalleşme karşıtlarından Arjantin’deki dolar mağdurlarına, Afganistan’ı medeniyete eklemlemek isteyenlerden Filistin’deki intihar eylemlerine yorum getirmekten aciz olanlara kadar herkesi Türk olmanın dünya karşısında hangi tavrı benimsemeye denk düştüğü konusunda sarih bilgiler edinme zarureti karşısında bırakıyor. Dünyanın karanlık işleri sarih bilgilerden uzak durulduğu nispette sürat kazanıyor. Dünya karanlık. Dünya zahmetli. Türkiye yasaklı. Türkiye rahatsız. Benim dilimin altındaki baklayı çıkardığım günden itibaren “Türklük eşittir Müslümanlık” şeklinde takdim ettiğim reçete süreç içinde başlıca iki zümrenin rahatsızlık çekmesine sebep oldu: 1) Türkiye’deki Kürt, Laz, Gürcü, Çerkez, Arnavut ve sair kavimlerin milliyetçileri benim sunuşumu hareket serbestileri karşısında uygulanan bir engellemeyle eş tuttular. 2) Geçimini kozmopolit kültürün Türkiye’ye olan hakimiyeti yoluyla sağlayanlar ise değirmenlerini döndüren suyun nereden geldiğinin sorulacağından korktular. Menşei sorulduktan sonra o suyun geldiği yolun tıkanması işten bile değildi. Güvencelerini “gayri-Müslim” ve “gayri-Türk” odakların sözünü tutmada bulan her iki kesime mensup kişiler “Türklüğün Müslümanlık”, “Müslümanlığın Türklük” olarak benimsenmesi halinde Türkiye’de bazı taşların yerlerinden oynayacağını biliyor. Ya o taşların yeni yeri, yahut o taşların eski yerlerinde bıraktıkları boşluk yüzünden zarara uğrayacakları kesindir. Zihnimizde açıklığa kavuşturmamız gereken ilk mesele “Türklük eşittir Müslümanlık” reçetesinin bir hegemonya tesisine alet olup olmadığı veya müesses hegemonyaya destek olup olmadığıdır. Reçetenin insan ilişkileri terazisindeki hegemonya kefesine az da olsa bir miktar ağırlık eklediği vaki ise onu derhal, hiç tereddüt etmeden çöpe atalım; ama eğer bu reçeteyi ret yolunda çaba harcayanların reçete aracılığıyla kazanılacağında katiyet bulunan özgürlük aleyhine faaliyet gösterdikleri fark edilebilirse o zaman “Türklük ayrı Müslümanlık ayrı / Türklük başka Müslümanlık başka” diyen herkesi çöpe atmamız vacip olacak. Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor.Türkler günde beş vakit Namaz kılarak dehrin(alemin) çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şahadet ediyorlar. Türkler her şeyin Kelime-i Tevhid ile başladığını, Kelime-i Tevhidin her şeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlıdır. Türkler Zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? KİMSE TÜRKLÜĞÜN ŞARTLARINI YERİNE GETİRMEDEN TÜRKLÜK DAVASI GÜTMÜYOR ZATEN. ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

3 Mayıs 2008 Cumartesi

DOSTLUKTA GÖZETİLEN MENFAAT DOSTLUĞUN ÜRETTİĞİ MENFAATTİR. "Gaze-i attar ile gelmez acuze intizam. Asrımızda sıdk u gayret ehli bulmaz ihtiram"

Şimdiye kadar ne yazdıysam bunu bir dostluk bağı kurabilmek için bir ip fırlatmak anlamında yaptım. Yani benim fikirlerim benim fikirlerim olmaktan çıkmalıydı. Düşüncede “dost oluşun” yerini tutabilecek diğer bir insan başarısı yoktur. Bilim, felsefe, sanat alanında üstünlük en sarih(açık) anlaşmanın sağlanmasıyla varılan üstünlüktür. En sarih anlaşma dostlar arasındaki anlaşmadır. Dostluğun olduğu yerde tahakküm olmaz. Dostlar birbirine yük olmaz. Dostlar arasındaki ilişki serf-senyör(köle-efendi) ilişkisi değildir, işçi-patron ilişkisi değildir. Dostluk için en az iki yetişkin, özgür, bağımsız şahsiyet gereklidir. Dostluk tarafların dostluktan başka şeye ihtiyaç duymadıkları şartlarda doğar. Bu demektir ki modern çağın “sözleşmeye dayalı” insan ilişkileriyle “dostluk” birbirine taban tabana zıttır. Dostlukta gözetilen menfaat dostluğun ürettiği menfaattir. Sadece biri diğerini gözden çıkarmayanlar dosttur. İhtiyaten dost olunmaz. Muvakkaten dost olunmaz. İdareten dost olunmaz. Benim fikirlerim veya bir başkasının fikirleri dostluk tesisine yaramadıysa hiçbir şeye yaramıyor demektir. Dostluk bağları ihdas etmediği halde yaygınlaşan ve etki uyandıran fikirler kendilerinde mündemiç(saklı olan) bir zararı zaman ilerledikçe enine boyuna çoğaltır. Yani insanlar dostluk getirmeyen fikirleri yürürlüğe koydukça kendilerine dokunmayan zehirli yılanın bin yıl yaşaması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya başlamışlardır. Dostluk gücü sağlamayan fikirlerin taşıdıkları değer bakımından birbirlerine üstünlük taslamalarına ne gerek, ne de imkan vardır. Fikirler dostluk dinamosu gibi olmadıkları taktirde insanların insanlara tahakküm ettikleri bir yapıyı sağlamlaştıran ve o yapı ile birlikte sertleşen çimento gibidirler. Dünyada heybetli duruşunu insanların insanlara tahakkümüne borçlu bir yapı var. Medeniyetler medeniyetlere, kültürler kültürlere, devletler devletlere, milletler milletlere, şirketler şirketlere, ordular ordulara, cinsiyetler cinsiyetlere, aileler ailelere, aile fertleri aile fertlerine tahakküm ediyor. “Benim bütün fikirlerim insanların insanlar üzerinde gerçekleştirdikleri tahakkümün ancak insanların insanlarla kurdukları dostluk aracılığıyla ortadan kalkacağına matuftur.” Son aylarda “dostluklara can katma” arzusuyla içine girdiğim faaliyet fiyaskoyla son buldu. Ömrümün bir çok evresinde olduğu gibi yapılmasını doğru bulduğum şeyi denediğim için çok memnunum. Hiç olmazsa sesimin hangi kulaklara ulaşamadığı konusunda daha çok bilgiye sahibim. Fikirlerimle karşılaştıkları zaman canı sıkılanlar sıkılacak kadar canları kaldığı bilincine ermiş oldular. Peki, “nerede dostluk?”İşte o, civarda görünmüyor. Fiyasko dediğimiz budur zaten. Fikirler serdedildiği zaman rakik(ince hisli, nazik, narin) olan her şeye darbe indirilmiş olmayacaktı. Fikirler her şeyi eskisinden daha rakik kılmalı değil miydi? Bu kabalık üzerine yeni bir kabalık eklemeye niyetim yok. Fikirlerimin müdafaası için kıyasıya bir mücadeleye atılmayacağım. Fikirlerimin galebe çalması uğruna bir kavgaya girmeyeceğim. Fikirlerim uğruna ölmeyi istemeyeceğim. Herkesin karşımda esnediği, gerindiği veya mücevherlerini şıngırdattığı bir sırada benim fikirlerim uğruna ölmem herhalde çok gülünç olurdu. Olmaz mıydı diyorsunuz? Diyelim ki ben fikirlerim adına bir kavgaya tutuştum... Vuruşmam kimlerle olacaktı? Hangi fikir sahiplerini alt etmeyi deneyecektim? Yaşadığımız kültür hercümerci sebebiyle Türkiye’nin düşünce çevresine giren unsurlar iki öbekte toplanabilecek özelliktedir. Öbeklerden birinde; Avrupa fikriyatıyla kallavi olmuş temsilcilerin Türkiye’deki bayiliğini yapanlar vardır. Bunlar fikirler dünyasının konfeksiyoncularıdır. İkinci öbeği; Avrupa fikriyatının Türkiye için hazırladığı programda rol kapmak isteyenler teşkil eder. Bunlar fikirler dünyasının taşeronlarıdır. Eğer ben fikirlerimin müdafaasıyla meşgul olursam konfeksiyoncu ve taşeronlara muhatap olmaktan başka çarem yok. Karşıma ne usta bir terzinin, ne de işini bilen bir mimarın çıkma ihtimali var. Fikirlerimi bayraklaştırarak illa dediğim dedik, çaldığım düdük siyasetine saplanacak olursam yaptığım hatalı bir çıkışın sonucu olarak hayatıma düşmanlarımın hizmetçiliğini üstlenmiş bir yamağın son vermesi işten bile değil. Uğruna ölünecek şeyler hayatımızı borçlu olduğumuz şeylerdir. Hayatımı fikirlerime borçlu değilim. Belki bazı insan ilişkileri hayatımı borçlu olduğum şeyler arasında sayılabilir. Rabıtası (bağlantısı) olmayana insan diyemeyiz. İnsanlarla kurduğumuz ilişkilerin hangileri dostluğun kapısını aralayacaktır? Fikirler bunu iskandil (esasını, saklı tarafını araştırmak) etmemiz için en elverişli şeylerdir. Fikirlerimin müdafaası için ilave bir gayret içinde olmayı geride bıraktım; Ama bu, fikirlerimi serdetmekten vazgeçtim veya fikirlerimin alanını daraltacak bir geri adım attım anlamı taşımıyor. “Bundan böyle sadece aramızda gönül bağı olmasını güzel bulanlarla fikir teatisi yapabilecek bir ortamı kollayacağım.” Sadece azarlanmaya müstahak olanlar da bizi seyredebilir. Bunu hoşgörüyle karşılıyorum. ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

29 Nisan 2008 Salı

TÜRKİYE İSLAM'LA TANIŞTI MI?

Türkiye bütün kültür değerlerini İslam’a borçlu olduğu halde İslam’la henüz hiç tanışmamış bir ülkedir. Doğmadan önce babasını, doğum sırasında annesini kaybeden yavru gibi mi? Hayır, iki vakıa birbirine hiç benzemiyor. Türkiye ile İslam arasındaki ilişki öksüz-yetim yavrunun ebeveyniyle ilişkisine benzemiyor; Çünkü Türkiye bir ülke olarak doğuşunu, tecessüm(belirme, vucudiyet kazanma) edişini değil; Doğumundan sonraki gelişimini İslam’a borçludur. Peki, Türkiye’yi Türkiye haline getiren İslam ise, nasıl oluyor da aralarında tanışıklık husule gelmiyor? Anadolu topraklarının “dar-ül İslam” hale getirilmesinden itibaren “İslam” hem tek tek insanlar, hem de insan toplulukları için bir kazanç kapısıdır. 13. Yüzyıldan başlayarak İslam Türkiye’de yaşayan insanlara bir vatan sağlamakla kalmadı, onlara vatan olarak itibarı devlet gücüyle güvenceye kavuşmuş bir ülke bahşetmiştir. Türkiye bakımından ilme kavuşmanın biricik yolu İslam’ı özümseme anlamı taşıdı. Yüksek kültür çabasına girişmeksizin İslam’ı özümsemek mümkün değildi. Yüksek kültür yüksek dilin hem türevi, hem işlevidir. Dolayısıyla İslam’ın Türkiye’ye kendi dilini, Türkçe’yi kazandırdığını söylemekle çarpıcı bir gerçeği ifade ederiz. Dikkat ettiyseniz İslam’la Türkiye arasında cereyan eden mukabele tek yönlüdür. Bu bir alış-veriş; ama ticarette olduğu gibi değer aktarımı çift taraflı değil. Sadece bir taraf veriyor ve diğeri hep alan tarafı teşkil ediyor. Netice itibariyle, dünya karşısında İslam’la “yapılmış” bir Türkiye var; ama modern zamanlardaki hayatiyetine Türkiye’nin katkısının hesaba katılması gerektiğini düşündüğümüz bir İslam’dan söz edemiyoruz. Tarih boyunca İslam’la Türkiye arasında tek yönlü bir ilişki kurulabildi, çünkü İslam her dönemde üstünlüğü, galebe çalmayı, galibiyeti temsil etmişti. Gaza beyliklerinden günümüze uzanan çizgide “ağır basan değerlerin” yanında yer almak Türkiye’de yaşayan herkes (hiç değilse çoğunluk) için karlı bir meşguliyetti. Kar eden ettiği karı galebe çalacak yolda kullandı ve galip gelen galibiyetinden kar edeceği yatırım alanları buldu. Dolayısıyla Türkiye’yi biçimlendiren “İslam’ın ifade ettiği mana” devlet söylemiyle içli dışlı hale getirilmiş bir iletişim ortamında algılanabildi. Bağımsız bir ülke olması göz önüne alındığında Türkiye’de İslam’dan kopuk bir devlet söylemine hiçbir dönemde rastlanılamaz. Buna bilhassa Cumhuriyet dönemi dahildir. “Esasen Türkiye’nin İslam’la tanışmasının önündeki en büyük engel yönetici zümreye mensup kimseler tarafından yürütülen manevralardır.” Yönetim makamlarını gasp etme fırsatı bulan her kuşaktan insan emretme gücünü yetkenin (otoritenin) tecessüm ettiği, vücut bulduğu alanın “din mi, devlet mi” olduğu hususunu sarahatten (açıklıktan) uzaklaştırma manevralarıyla kazanmıştır. İslam kime olursa ve ne olursa hep kazandırmıştır. Bu şartlar altında Türkiye’nin İslam’la tanışmasının imkansız olduğuna akıl erdirmek hiç birimiz için zor olmayacak. İslam’la tanışmak istemeyen Türkiye’dir. İslam’la tanışmamak suretiyle İslam’dan bu kadar fayda temin ediliyorken niçin tanışmak zahmetine katlanılsın ki? İslam’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslam’la tanışması halinde ilk önce “merkezilik” belirginliğe kavuşacaktır. İslam’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına “dünya sisteminin zavallı bir uydusu” gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezilik” vasfına İslam’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “durağan” halden “hareketli” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kafirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslam’la tanıştıramayacaktır. Benim mektubum burada sona eriyor. Vuslat özlemim devam ediyor. Türkiye’nin İslam’a kavuşma ihtiyacı her gün biraz daha mübrem (kaçınılmaz) ihtiyaç haline geliyor. Çünkü hal-i hazırda birileri Türkiye’yi İslam’la tanışma ihtimalinden uzaklaştıracak mıntıkalara doğru hızla iteklemektedir. “Onların ahlaki düşkünlüğü meydanda… İtekleyenlere el verenlere ne demeli?” (Cuma Mektuplarından – İ. Özel)

7 Nisan 2008 Pazartesi

"TÜRKİYE NİÇİN VATAN?"

Türkiye’de kötüyü ve kötülüğü teşhis etmek çok kolay. Bütün siyasi görüş sahipleri geriletilmelerinden fayda umdukları siyasi hasımlarına bizim de tıpkı kendileri gibi cephe almamız konusunda sizi ve beni kolaylıkla ikna edebilir. Hepsinin güttükleri siyaset bakımından düşmanlarını şuracıkta ve hemen mahvetmek için haklı sebepleri ve sağlam gerekçeleri var. Herkes bir başkasının kötülüğüne dair birçok tezi elinin altında bulunduruyor Hiç kimsenin elinde kendi iyiliğini belgeleyecek tek bir delil yok. Neden böyle? Çünkü ne dünün, ne de bugünün Türkiye’sinde siyasi gayretlerin yürütülmesine fırsat veren başlangıç çizgisi “Türkiye niçin vatan?” sorusuna aranan cevap dolayısıyla çekilmiştir. Biz Türkler ancak modernlik kisvesi altında ucu ucuna denk getirmemize imkan tanınan bir hayat sahası içinde bulunmamız yüzünden temelini birçok oldubittinin teşkil ettiği bir siyasi ortamın sıkıntılarını çekmek zorunda bırakılmışız. Şu veya bu sebeple çatışan bütün siyasi taraflar hem kendilerinin hangi oldubittilerin mahsulü olduklarını, hem de hasımlarının konumlarını meşruiyeti kolayca reddedilebilecek bir oldubittiye borçlu olduklarını biliyor. Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki geleceğimizi arıyorsak geçmişimize bakmalıyız. “Varsa ancak tarihimiz kadar talihimiz var.” Eğer millet olarak talihimizin yaver gitmediği izlenimi içindeysek, bilelim ki bunun yegane sebebi yolu talihimizden ayrı düşmüş yaverin nereye gittiği hususunu önemseyebilecek kadar pekişmiş bir karakter kazanamayışımızdır. Vatandaşlık (Milletdaşlık) bilincinden ancak alaycı biçimde bahsedilebilen bir ülkede pekişmiş bir karakter kazanmak da neyin nesi? Geleceğimizi aradığımız geçmişimize bakmasını biliyor muyuz? “Türkiye niçin vatan?” İsteyen istediği kadar kem küm etsin; bu sorunun tereddüt edilmeden verilecek bir cevabı var: “TÜRKİYE DAR-ÜL İSLAM OLDUĞU İÇİN VATAN.” Cevabımız birçokları tarafından bilinen, birçokları tarafından başka türlüsünün akla bile getirilmesi mümkün görülmeyen; ama yine de dile getirilmeyen, dile getirilmesinden korkulan bir gerçeği yansıtıyor. Siyaset adamları yukarıdaki sorunun yukarıda verilen cevabını kendi benimsedikleri bir görüşmüş gibi dile getirdikleri takdirde siyasi hayatlarının sona ereceğini biliyorlar. Sona eriş korkusunu en derinden duyanlar da “İslamcılık” esintisinden istifade ederek mevki sahibi olmuş siyasetçilerdir. “Dar-ül İslam” sözü siyasetin akış tarzı bakımından sahiden korku uyandıran bir söz müdür? Hiç kuşkunuz olmasın ki, evet. Türkiye’nin vatan oluş sebebini onun bir Müslüman yurdu oluşuna bağlamanın siyaset adamları adına tehlike doğurması bu hükümle birlikte bir tarih yorumunun siyasete davet edilmesi demektir. Gayri-Müslim bir çevre tarafından dayatılmış yorumların tamamını reddetmek demektir. Türkiye’yi denetim altında tutanlar Türklerin kendilerine mahsus yorumlardan kuvvet bularak hareket etmelerine şiddetle itiraz ediyorlar. İtirazları ne kadar şiddetliyse Türklerin zihnine, Türklük zihniyetine o kadar şiddet uyguluyorlar. Biz Türkler Avrupa fikriyatını kendimizi algılamak bakımından vazgeçilmez değerde saymazsak bizi perişan edeceklerini söylüyorlar. Haddimizi bildirme yetkisinin kendi ellerinde bulunduğunu iddia ediyorlar. Avrupa fikriyatına dair iddiaların gerçek ve geçerli olduğuna bu iddiayı ortaya atanlardan daha çok ülkenin bu iddiaların isabetli olduğunu kabullenerek işini yürüten yerlileri inanıyor. Onların inanışları yüzünden ve onların inanışları karşısında ben kendimi hep Türkiye’de, kendi memleketimde Türkiye hesabına, kendi memleketimin çıkarı doğrultusunda çalışan bir casus gibi hissetmişimdir. Casusluk çok netameli bir meslek. Öyle bir meslek ki mesleğinizin gereğini yerine getirebilmek ancak mesleğinizin ne olduğunu zihniyeti hem mahiyet ve hem de derece bakımından sizden farklı olan kimselerden saklı tuttuğunuz zaman mümkün olabiliyor. Casussanız mesleğinizi icra ettiğiniz sürece ne ayağınız, ne de diliniz sürçmelidir. Hele benim gibi kendi memleketiniz hesabına casusluk yapıyor, yani kendi yakınlarınıza onların gerçek çıkarlarına sahip çıkmalarını hızlandıracak haberleri, onların nazarında millet menfaati denilen şeyin kendi menfaatleri demek olduğunun sarahate kavuşmasını kolaylaştıracak haberleri ulaştırmak yükünü üzerinizde hissederek yaşıyorsanız her an tetikte olmak zorundasınız. Ama siz Türksünüz ve Türkiye’de Türkiye hesabına çalışıyorsunuz. Başınız derde girdiğinde ne kaçacak bir “dost” ülkeniz var ve ne de Türkiye içinde size kol-kanat gerilmesine fırsat sağlayan bir ortam içindesiniz. Neden Türk olmayı ve neden Türkiye hesabına casusluk yapmayı seçtiniz? Çünkü modern dünyada, küfrün serazat başatlığına rıza gösterilme mazeretlerinin ardı ardına sıralandığı dünya karşısında “Türk olmayı seçmek” insanlık şerefine talip olmak demektir. Türkler burjuva kültürünün baş tacı edildiği bir dünyanın dışında bir hayat tarzının, bir devletin mümkün olduğunu görmesini bilene göstermiş yegane millettir. Onların “İSTİKLAL İHTİRASI” dünyanın ümidi olmak durumundadır. Dünyanın ümide ihtiyacı yok diyenler Türklerle doğan Türkiye’ye ve Türkiye’yle doğan Türklere düşmanlık hissi besleyecek ve düşmanlık edeceklerdir. Dünyada Türkiye diye müstakil bir ülkenin bulunmaması “Kabe’ye” yönelmek için ayak basılabilecek bir toprak parçasının kalmadığına delil olarak gösterilebilir. Çanakkale şehitleri için “BEDR’İN ASLANLARI GİBİ ŞANLI İDİ” boşuna söylenmiş bir söz değildir. O kadar değildir ki; “TÜRKİYE’NİN İSTİKLALİ ALEYHİNE İŞLENEN HER CÜRÜM İSLAMİYET ALEYHİNE İŞLENMİŞ SAYILIR.” Türklerin dinini milliyetinden, milliyetini toprağından, toprağını mukadderatından kopartamazsınız. Çünkü Türkler dinleri sayesinde bir milliyete kavuşabilmişler, milliyetleri yüzünden topraklarına Türk toprakları denilmiş, Türk topraklarının mukadderatı kafirlerin yağmasına bırakılmayan topraklar olmakla belirginleşmiştir. Din. Milliyet. Toprak. Mukadderat. Türkler söz konusu olduğunda bu saydıklarımızdan birine düşman olan hepsine düşman olur. Bu saydıklarımızdan sadece bazılarına dost olduğunu ileri sürmeye kalkışan kimse bu yaptığını gerçekte hiçbirinin dostu olmadığını saklamak hepsinin mahvına açılan yolu genişletmek için yapmıştır. Yani bir bakıma Türkiye’de Türkiye hesabına casusluk yapmamak Türkiye’yi dünya haritasından silmek isteyen herhangi bir büyük gücün maşası olmayı kabullenmek demektir. Maşalığın en ideal formuna ise nasıl ulaşılabilir? Türkiye hesabına kaydedilebilecek her haklı yaklaşıma “çağ dışı” yakıştırmasını yapıştırın. Ne kadar tutarsa o kadar maşasınız. Çağ dışı olmak diye bir suç üretmeyi başarmışsanız suçluları yakalayacak bir kolluk gücü de temin edebilirsiniz. Türk düşmanlarına ideal maşa olan o kimsedir ki sahiciliğin hiçbir şey, çağdaşlığın her şey olduğunun yılmaz savunucusu haline gelmiştir. Buna mukabil Türk, sahiciliğini çağdaşlığı baş üstüne koyarak değil modern dünyanın türettiği değerlerin baskıcı vasfına boyun eğmemek suretiyle, yani çağdaşlıkla hesaplaşarak kazanmıştır. Türkün sahiciliğinden kaybetmesiyle ortama hakim olan neyse, o aynı zamanda modernliğin zorbalık anlamına bürünerek kazandığı şeydir. Modernlik insanın, Adem soyunun Yaratan’la yaratılmış arasında bir berzah olduğu düşüncesini inkar eden yaklaşımın bir sonucudur. İlahiyatın “Halk edenle”,” halk olunan” arasındaki irtibata bağlı olarak değil de insanın merkezi yeri işgal ettiği bir alanda ele alınmasını kabul eden ve sonunda modernliği doğuran bu yaklaşım Avrupa’da doğdu. Bu yaklaşım kendine gerek İbrani-Hıristiyan ve gerekse Grek-o-Romen kaynaklı istinat noktaları buldu. Kapitalizmin önce sözünün geçtiği, sonra mutlak hakim gibi algılandığı her bölgede yukarıda istinat noktası olduğunu söylediğimiz kaynaklardan üretilen birçok “modern şey” Avrupa medeniyetinin istinat duvarı özelliği kazandı. Duvarın berisinde Türklükten başka bir şey kalmadı. Neden İslamiyet değil de Türklük? Bu hem tarihi şartlar gereği ikisini birbirinden ayırmanın anlamsızlığı yüzünden böyledir, hem de kapitalizm dışında bir hayat tarzı aramanın bizi sevk ettiği yön bakımından böyledir. İslamiyet’i onun bayraktarlığını yapmadan üstün vasfıyla tanıyamazsınız. Türklük İslam bayraktarlığından başka bir şeyse onu anmaya değmez. Halbuki her anti-Türk tutumun Avrupa medeniyetinin kölesi değilse, müttefiki olmak zorunda kaldığını anlamak zor değil. Her Türk yanlısı tutumun ancak kapitalizmle topyekün uzlaşmazlığını belirgin kılarak anlam alanında kendine yer bulabildiğini de kolayca fark ediyoruz. Yinede bütün bunlar Türkiye’de Türkiye hesabına casusluk yapmanın zorluğunu ortadan kaldırmıyor. Ağır bir yük. Çetin bir uğraş. Bütün bu söylediklerimi ben söylemek zorunda kalayım istemezdim. İsterdim ki biri çıkıp bütün bunları daha da çoğunu, daha da güzelini bana söylesin. (Cuma Mektuplarından – İsmet ÖZEL)

"TÜRKLEŞMEK YAHUT AMERİKANLAŞMAK; ÜÇÜNCÜ BİR YOL YOK!"

Dünyada dönen olaylara değer hükmü yükleyişleri bakımından insanların ruhen iki fırka teşkil ettikleri sezgi yoluyla bile olsa anlaşılabiliyor. Değerlendirmesini insan hakları, demokrasi, piyasa ekonomisi ölçülerine uygun yapanlar dünyadaki en kalabalık fırkadır. Bu fırka modernleşme tasarısına haklılık tanıyanlardan oluşuyor. Batı medeniyetinin ortaya çıkardığı demokrasi, insan hakları, kazanç özgürlüğü gibi değerlerin insanlık için vazgeçilmez bir hayat çevrimi doğurduğu fikriyle hareket edenler yalnızca bir fırka teşkil etmekle kalmadılar; Onlar aynı zamanda zihinlerinde yeni bir Amerika türettiler. Gerçek Kuzey Amerika ile zihindeki Amerika sıkı bir irtibat halindedir. Amerikan hayat tarzı, medya ile ve medya yararına yaygınlık kazanan her şey, dünyanın en büyük sermayesinin kurduğu denetim mekanizması gerçek Amerika ile zihindeki Amerika arasındaki kan dolaşımını sağlamaktadır. Bu fırkanın insanları Amerikalı değillerse kurtuluşun Amerikanlaşmada olduğu kabulüne uygun davranış gösterir. Diğer fırka insan hayatında tayin edici etmenin tarih olması halinde insan hayatına bir mana atfedilebileceği görüşünü benimseyenler tarafından teşkil edilmiştir. Bu oluşumdan hüsnü zan ederek bahsetmek benim hoşuma gidiyor. Aksi halde, insan hayatının manalı olduğunu bilen bir fırka olmaması halinde ye’se kapılmaktan başka bir yol görünmüyor önümüzde. Tarihin tayin edici etmen olması ne demek? İnsan hayatında tarihin tayin edici bir rol oynaması ancak söz konusu hayatın adanmışlığının kabulüyle mümkündür. Bütün insanların hayatı adanmış hayatlardır. Her insanın elinde adanmışlığı reddetmek imkanı vardır. Her insan neye adanmış olduğu konusunda karar verme yeterliğinde yaratılmıştır. Tarih adı verilen kavrama insanlar ancak varlığın bir seyir takip ettiği görüşüne kavuşunca sahip olabilirler. Bir şey “var” ve o şey bir yerden gelmiş, bir yere gidiyor. İnsan hayatının anlamlı olup olmadığı ancak bu seyirle kıyaslandığı zaman ortaya çıkabilir. Tarih ardışık zamana uyarlanmış bir dizim değildir. İnsanların tek başlarına yaşadıklarıyla insanlığın yaşadığı arasında kurduğumuz anlam bağı tarihin konusudur. Bir insan ki onda kurulan anlam bağı muvacehesinde bir hesap verme fikri yoktur, o insanda tarih fikri aramak da beyhudedir. Tarih fikrini demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi cümbüşüne kapılanlar içinde aramak ise büsbütün beyhudedir. Çünkü bu zavallılar bulundukları yere üst üste birçok inhiraf (bozulma, sapma) neticesinde geldiklerini fark etmekten acizdirler. Gelinen yerin eleştirisiyle sahip olunabilen tarih fikri Amerikanlaşma sürecini fiilen kundaklayan bir fikirdir ve (Sıkı durun!) tarih fikri “Türkleşmeyi” icap ettirir; kaçınılmaz kılar. Toz duman arasında kolay fark edilemeyeceğini itiraf etsek bile bugün Türkleşmekle Amerikanlaşmanın tarihin bir cilvesi olarak tercihe konu edilecek iki seçenek halinde karşımıza çıktığı gerçeğini bilmekle vazifeli olduğumuz hususu ortadadır. Ortada ve fakat etrafını toz duman bürümüş. Bu hususun aydınlığa kavuşturulması için öncelikle dikkat çekmemiz gereken nokta son zamanlarda George W. Bush’un “haçlı seferi” bahsini açmakla gaf yapmadığı; onun yaptığının sadece bir şeyi ağzından kaçırmaktan ibaret olduğu noktasıdır. Haçlı seferine katılanlar yerküre üzerinde Amerika adını alacak bir kıta olduğundan habersizdi. Oysa şimdi bu yeni kıtanın hükümranları işlerini düzene sokmak için sefer düzenleme ve bu seferin haç taşıması zaruretine düşmüş haldedir. Şurası açık seçik bilinsin ki “Türkleşmenin” haçlı seferleriyle kopmaz bir biçimde bağlı olduğunu bilmeyen veya unutan kimse felakete uğramış sayılır. Bir söylentiye göre şimdi bütün dünyanın “Türkiye” olarak adlandırdığı topraklara bu ismi üçüncü haçlı seferi sırasında veren Friedrich Barbarossa (1122-1190) imiş. Tarsus çayında boğulmuş. Türkiye ile haçlı seferlerinin bağını hatırlattıktan hemen sonra ister günümüze gelelim veya istersek derhal başa dönelim. Hiç fark etmeyecektir. Her iki hareketimizin de bizi çıkaracağı aynı kapıdır. Kapının bir yanıyla kapitalizmin normal ve olağan sayıldığı bir anlayışa, öteki yanıyla kapitalizmin anormalliğinin vurgulanmasıyla kalınmayıp bir sapıklık olduğu gerekçesiyle tel’in edilmesi gerektiğini kabul eden bir anlayışa açıldığını görmek lazım. Herkes bu kapıdan bilerek ve isteyerek geçer. Herkes bildiği ve istediği tarafı seçer. Herkesin muhatap olduğu soru şudur: Hayat para hakimiyeti gölgesinde sürdürülmek zorunda kalınan bir zillet midir; yoksa hayat insan şerefinin korunmasını mümkün kılan bir alanda pekala sürdürülebilir mi? İnsan şerefinin korunmasını mümkün kılan alan “Türkleşme” alanıdır. Para hakimiyeti gölgesinde ki alan “Amerikanlaşma “ alanıdır. Çok mu abarttım? Buyurun, tarihe müracaat edelim ve soralım: Dünyada bir zamanlar “Venedikli! Venedikli!... Son saatin yaklaştı” sözlerini sarf edebilecek Türklerden başka kim vardı? Venedik ve diğer İtalyan şehir devletleri kapitalizmin ilk bağlantılarını oturtan ve dünya işlerinin yürütülmesinde mali gücün etkinliğini başlatan teşkilatlardı. Bu sırada Türkler miyarı (ölçüsü) haysiyet ve hakkaniyeti muteber kılmakla tekevvün (oluşma, oluş) eden bir toplum düzenine hizmet etmekle meşgul idiler. Amerikanlaşma henüz Amerika’nın neresi olduğu bilinmeden, Türkleşme henüz Türklüğün ne olduğu bilinmeden doğmadan başlamıştı. Dünya sisteminin ilk merkezinin, ilk metropolünün, ilk “Manhattan”ının İtalyan site devletleri olduğunu biliyoruz. Bu devletler arasında rekabet etseler ve Avrupa’nın geri kalan kısmındaki hükümdarlarla çatışsalar bile onların yegane yalıtık oldukları yer Türkiye ve teb’an uyuşmaları beklenmeyen insanlar Türkler (belki Türklüğün öncüleri demek daha doğru) idi. Tarihe müracaat ettiğimiz zaman sonunda Amerikanlaşmaya varacak olan kapitalistleşme ile Türkleşmenin nasıl farklı mecralar içinde akış gösterdiklerini anlayabiliriz. Dünya tarihinin herhangi bir milli anlayışı haklı çıkaracak şekilde yorumlanmasını kötü, yanlış ve “tehlikeli(!)” görenler Amerikanlaşmanın şu veya bu dereceden memuru olurlar. Kapitalistleşme ve onunla aynı anlama gelen Amerikanlaşma ile Türkleşme arasında nasıl bir tarihi yatak farkı olduğu vakıasını anlamak isteği de Türkleşmenin başlangıcıdır. Kolayca fark edeceğiniz gibi bir insanın kurtulması için kurtulmayı istemesi yeterlidir. Türkler bir başları olması hasebiyle kapitalizm karşısında baş olma başarısına ermiş tek millettir. Aynı sebepten ötürü Amerikanlaşmanın ifsat edemediği, kokuşmaya uğratamadığı ilk millet olmaya adaydırlar. Acaba millet namzedi olmaktan millet olma merhalesine ulaşmak biz Türklere nasip olacak mı? Asli manada millet haline gelme sürecinde ilk anlayacağımız şey dünyada dört yüz seneden beri görülen siyasi çalkalanmaların hepsinin kapitalizmin yerküreyi istimlak etme çabalarından doğduğudur. Türkiye hiçbir kapitalist kuvvet tarafından istimlak edilememiş, kapitalistleşmede mesafe kat etmiş hiçbir devletin müstemlekesi durumuna düşmemiştir. Türklerin istiklal uğruna katlandıkları her mihnet, yok olma tehlikesini savuşturma gayesiyle göze aldıkları her direniş göze çarpan bir atılımı işaret etmese bile feraset sahiplerinin gözünde bir oluşuma belgelik etme değeri kazanmıştır. Bu belgeleri ibraz etme işi son çağın ilk milleti olma niyeti taşıyan herkese kalmış. Mali imkanlardan, sermaye gücünden ötede bir dayanakla dik durabilme özlemiyle dopdolu olan bir dünya Türkleşmenin desteğini arıyor. Neden böyle? Çünkü dünyadaki hastalığa karşı hastalığın müsebbibi sömürgecilerden bir çare temin etmek nasıl mantığa aykırı ve imkansızsa, bu hastalığın çaresini bulmak için sömürge durumuna düşmüş ülke ve milletlerin aklına uymak o kadar mantığa aykırı ve imkansızdır. Dünyanın sıhhate kavuşması ancak ve ancak Türkleşmiş bir bünyeyle mümkün olabilecektir. Türkiye sadece jeopolitik konumu sebebiyle değil, üstün veya alçak bir toplumsal şahsiyeti temsil etmede göstereceği performans bakımından dünyanın en dikkate değer ülkesi durumundadır. Biz burada yek vücut toplum muyuz? Türkiye Türkleşme yolunda bir anlamı yüklenme gücüne sahip yöneticilere sahip midir? 11 Eylül saldırısından sonraki süreçte Türkiye’de sorulabilecek en ciddi soru ABD yetkililerine bazı parmakların bir şeyleri işaret edip etmeyeceği ve eğer edecekse hangi parmakların nereyi ve kimleri göstereceği sorusudur. Mezkur saldırı ikbale ermek ve hasmını mahvetmek isteyenlere büyük bir fırsat sağlamıştır. İkbale ermeyi Amerikanlaşmada arayanlarla Türkleşmede arayanların, hasmını Amerikanlaşma veya Türkleşme suçlamasıyla mahvetmek isteyenlerin ayıracı olan günler bu günlerdir. ( Cuma Mektuplarından – İsmet ÖZEL )

27 Şubat 2008 Çarşamba

KAFİRİN AKLINA UYANIN AKLINA TÜKÜRÜN!

Eğer bir bağımlılık ilişkisinden söz edilecekse bağımlı olanın adına Türkiye denilmesine kimse şaşırmayacak ve bağlanılanın ABD olarak adlandırılmasına kimse itiraz edemeyecektir. Mezkür(anılan) iki ülkeden birinin diğerini denetim altında tutması inkarına güç yetirilemeyen bir gerçeği yansıtıyorsa denetleyenin ABD, denetlenenin Türkiye olduğuna da inkarcı bir yaklaşım getirmek mümkün görülmüyor. Dolayısıyla, bağımlı Türkiye’nin Amerikancısı bütün Amerikalılardan daha Amerikancıdır. Öyle olmasa ona niçin Amerikancı diyelim ki? Buna mukabil herhangi bir Amerikalının çıkarını denetlenmiş olmada aramasının gerçekçi bir tutumu yansıtmayacağı kabul edilebilir. Öyle olmasa ona niçin Amerikalı diyelim ki? Açıklaması zor duruma düşen bağlanandır, bağlayan değil. Denetleyenin bir karmaşa ile harekete geçtiği söylenemez; Halbuki denetlenen hangi hareketi sergilerse sergilesin, davranışının arkasında bir karmaşa olup olmadığı merak konusudur. Hiçbir çağda Avrupa kültürünün talebesi olmayı başaramayanların ve hem de gözünü Avrupa medeniyetine uşaklık etmenin sağlayacağı irada(kazanca) dikenlerin mevki ve makam sahibi olduğu Türkiye’de yüzeyi “müstamel” fikirlerin kaplayacağı besbelli idi. Kültür onların kültürü, medeniyet onların medeniyeti ikiz kuleler de onların, kulelere çarpan uçaklar da. Onlar kendi yaralarına merhem buldukları zaman biz Türkler ne yapacağız? Madem merhem bulundu, bari biz de sürelim (sürünelim) mi diyeceğiz? İyi ama; yara onların yarası değil miydi? Sırf onların şifa bulduğu merhemi kullanabilmek adına vücudumuzda onlarınkine benzer yaralar mı açmamız gerekiyor? Türkiye’de bu mantıkla birçok işler yapıldı. Bu işlerin birçoğu da yapılmak için sıra bekliyor. Mantık Avrupa ve Amerikalıların tedavi yöntemlerini uygulayabilmek için onların hastalıklarını kapma mantığından başka bir şey değildir. İlericilik ve gericilik ikiz kardeştir. Birlikte doğarlar ve fiillerden aynı şekilde etkilenirler. Türkiye’de yaşayıp geçim yollarını makam ve mevki sahibi olmaktan geçirmeyi başaranlar Türkiye’ye mahsus düşünce odaklarının oluşmasında rol oynayan birimler haline gelmek şöyle dursun, düşünce adamlarına yaraşan tutarlılığın azılı düşmanı kalarak yerlerini koruyabilmektedirler. Türkiye’de hem yer kapmak ve hem de kaptığın yeri başkasına kaptırmamak kafirin aklına uyacak formülü bulduğun zaman mümkün oluyor. Küffar ise uyulacak aklı takdim söz konusu olunca yeterince cömerttir. Tekrar edelim: Mesele bir toplum kuramının neye tekabül ettiğine dair bilgi edinmede değildir. Mesele nazariyatta değil; fiiliyatta, ameliyatta, siyasettedir. Eğer güttüğünüz bir siyaset varsa, o siyaset bazı ameliyatları gerektirecek ve siz fiili durum dolayısıyla mesafe kat edeceksiniz. Kat ettiğiniz mesafe mevki ve makam olarak tacalli edebilir; Ama sadece mevki ve makamın ele geçirilmesi hedefleniyorsa, bunun için gavurun aklına uymak yeter. Kafir dediysek allame demedik. Onların allame gibi görünmeleri zarlarını bizim ülkemizdeki bir takım insanların makam ve mevki uğruna sergiledikleri zaaflar istikametinde atmalarından ötürüdür. Türkiye’de niceleri onlar buruşturup yuvarlasınlar diye kendilerini kafirlerin eline bırakmıştır. Bugün artık miladın yirmi birinci yüzyılı başlangıcında kafirlerin eli altında sürü sepet buruşturulup yuvarlanmış Müslüman var. Boş bulunsaydım ben de onlardan biri olacaktım. Çok şükür boş bulunmadım. Tarih bize ödeşmeyi ve helalleşmeyi öğretmeyecekse ve bize ödeşip helalleştikten sonra yolumuza devam etme gücü sağlamayacaksa hiçbir işe yaramıyor demektir. 18’ci yüzyıldan itibaren dünya hakimiyetinde rakipsiz kalan (Karlofça Antlaşması: 1699) Avrupa medeniyeti müstemleke haline getirdiği toprakların ahalisinden bir şey öğrenmek niyetinde değildi. Hele Avrupalı olarak edindiği ahlakı; Hakimiyeti altına aldığı insanların ahlakıyla hizaya getirmek aklının ucundan bile geçmezdi. Bilakis gücünü kendi ahlak ve aklını esir aldıklarının ahlakı ve aklı haline getirmekle gücünü artıracağına ve pekiştireceğine kesinlikle inanıyordu. Peki, sömürgeleşen toprakların halkı neye inanıyordu? Onlar da zilletten yeni efendileri gibi güçlü olmadıkça kurtulamayacakları inancına sahiptiler. İslam modernistleri Avrupalı aklının en üstün akıl olduğu fikrinde en ısrarlı olanlardı. 19’cu yüzyıl romantiklerinin “asil vahşet” anlayışını “Asr-ı Saadet” şeklinde telaffuz ediverdiler. GERÇEKTE ZİLLETİN EN AĞIRINA KAFİRLERİN AKLINA UYMAKLA DUÇAR OLDUKLARINI FARK EDEMEMİŞLERDİ. Türkiye “Lale Devri” sonrasında kafirlerin aklının bayiliğini yapanlarla (kapanlarla), kafirlerden bayilik kapamadığı için bayilerin değil doğrudan doğruya kafirin aklına uyulması propagandası yapanlar arasında yürütülen mücadeleye şahit oldu. Bu yüzden Türkiye’de sağcılık ve solculuk arasındaki zıtlaşma asla Avrupa modernleşmesinde görüldüğü gibi konservatiflerle reformistler arasındaki mücadele biçimini almadı. Avrupalılar kendi bayilerini hasımlarına karşı kışkırttılar. Avrupalılar bayilere cephe alıp kafir aklını hayatlarına özgün vasfıyla uyarlamak isteyenlere destek verdiler. Türkler modernlik istikametinde mesafe kat etmelerine sebep olan bütün dolmaları yuttular. (hala yutmaya devam etmekteler maalesef) Kafirin aklına uymayı reddetmek gelişimini Avrupa‘da sağlamış bir bilgilenme tarzına ve o tarzın ortaya koyduğu bilgilere sırt çevirmek, onları yok saymak değildir. Bilakis kafirin aklına uymayı reddetmek odur ki bu reddiyeyi benimseyen bir toplum kendi yapısı içinde bütün bilgilenme tarzlarının gelişmesine olanak sağlayan bir ortam sağlayabilmiştir. Zevk bakımından, Vakar bakımından, İrfan bakımından düşüklüğü sineye çekerek kafirin aklına uymayı reddedemezsiniz. Kafirin aklına uymak; Siyasette, sosyal hayatta, iktisat alanındaki çözüm arayışlarında özgün düşüncelere burun kıvırmak, fikriyat, sanat, bilim alanında züppeleşmek, efendisiz yaşanamayacağı fikrine sahip olacak derecede köpekleşmektir. Kurt kalmak sıska kalmaktır hükmünü ürkünç bulup semizleşme umuduyla köpekleşmeye yönelenler isabetli bir seçim yapmadıklarını 21’ci yüzyılda artık anlasınlar. Köpek olmakla yağlı kemik bulmak arasında zorunlu bir mantık bağı yok. SISKA KÖPEK ARTIK GÖZÜMÜZÜN ALIŞTIĞI BİR GÖRÜNTÜDÜR. (Cuma Mektupları – İsmet Özel)

15 Şubat 2008 Cuma

"HAYAT HAKKINI ELİNDE TUTMAK!"

Şöyle tuhaf bir durum acı veren ağırlığıyla üzerimize çullanmış haldedir: İslam kültürünü terk etmenin bir kurtuluş yolu olduğuna inananlar halkın Müslümanca direnişi karşısında kalıyorlar.İslam kültürüne sadık kalmanın bir kurtuluş olduğuna inananlar böyle bir sadakati mümkün kılacak siyasi ve sosyal kurumların tahrip edilmiş olduğunu görüyorlar. Batı kültürünün vardığı son aşamadan bütün insanlık adına, bu arada Türkiye’de yaşayan insanlar adına yararlanmak isteyenler ülkemizdeki batıcı görüş savunucularının Batı’yı sadece görünüş bakımından benimsediklerini fark ediyorlar. Üstelik düşünce planında Batı’nın bugünkü zihin formasyonunun en azından yirmi yıl gerisinden izlenebildiğini anlıyorlar. Kısacası Türkiye bir toplum ve bir siyasi organizasyon olarak eskiden sahip olduğu dayanakları(dini) kaybetmiş ve yeni dayanaklara kavuşamamış haldedir. İşte bu dayanaksızlığı Türkiye’yi (en azından 1945’den bu yana) Atlantik grubunun himmet ve himayesini hayırhah saymaya icbar etmektedir. Türkiye herhangi bir işleyen mekanizmaya entegre olamazsa, ayakta kalamama korkusu içinde siyasi, sosyal ve ekonomik açıklarını kapatma çabasındadır. Türkiye’yi tehdit eden bir İran veya bir Suudi Arabistan olma tehlikesi değildir, Türkiye bir İran veya bir Suudi Arabistan bile olamama tehlikesini ürpertiyle hissetmektedir. Unutmamak gerekir ki, andığımız bu iki ülke petrol gelirleriyle en azından iaşesini temin imkanına sahiptir. Türkiye’nin ise kendinden başka yani insan gücünden başka güvenecek bir unsuru yoktur. Türkiye’deki insan da son tahlilde Müslüman’dır. Birisi kalkıp bunun tersini iddia edecek olursa, yani Türkiye’deki insanın Müslüman olmadığını söyleyecek olursa bu topraklar üzerinde niçin bir devlet bulunduğu sorusunu da cevaplandırmaktan aciz kalacaktır. Etkili ve yetkili çevreler böyle bir soruya muhatap olmamak için aralıksız bir çabayla durumu idare etme hüneri gösteriyorlar. Acaba dünya şartları böyle bir hünerin sergilenmesine ne kadar süre elverecek? Bunu şimdiden kestirmek güç olmasa gerektir. Durumun idare edilemeyeceği bir zamanın da geleceğini söylemek kehanet sayılmaz. Eğer Türkiye’nin etkili ve yetkili çevreleri durumu şimdiden göze almak dirayetini gösteremezlerse, bir gün göze alınacak bir durum da kalmamış olacaktır. Türkiye dünya sisteminin kendine tanıdığı hayat hakkı yerine, iplerini kendi ellerinde bulundurduğu bir hayat hakkı kazanamayacak olursa dünya sistemi; Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanmış kontratı iptal edecektir. Türkiye’ye bazı çıkar yolları temin edenler, bir süre sonra kendilerini çok keyfi davranma rahatlığı içinde bulup artık; ”Türkiye Müslüman bir kimliğe kavuşmadığı ve kavuşamayacağı için Türkiye’nin toprağıyla ve insanıyla yutulmasına varan yolları seyrüsefere açacaktır.” Müslüman bir kimliğe sahip çıkıp çıkmamak Türkiye için asgari varlık şartına sahip olup, olmamak mesabesindedir. Bu varlık şartı devlet için olduğu kadar, millet için, toprak için de böyledir. Bunu yetkili ve etkili çevreler herkesten daha iyi bildikleri için de Türkiye’de Müslümanlığı hak istemeyen ve sadece vazife yapan (bu zaviyeden bakılınca Cumhuriyet Türkiye’si Kemalist olmaktan ziyade Ziya Gökalp’cidir.) bir kaynak olarak kullanmaktadır. Türkiye’de İslam itikadına sahip insanların ahlaki nitelikleri dünya sistemi boyunduruğunu zevkle kabullenen birkaç tufeylinin keyfini kaçırmamak üzere kullanılmaktadır. Bu gerçek günden güne ortaya çıktıkça mevcut durumdan rahatsızlık duyanların sayısı çoğalmaktadır. İşte 1945’ten bu yana Türkiye’de artan bir hızla gelişen ve gerçekte henüz sağlıklı bir bünyenin verdiği tepkiler olarak anlaşılması gereken İslami akımlar Türkiye sosyal yapısında, devlet organizasyonunda ve piyasa ortamında yürürlükte bulunan “nimet – külfet” dengesizliğinin bir yansıması sayılmalıdır. Henüz bu akımların gündemini yaşanılan hayata “İslami İlkelerin” hükümran olması maddesi işgal etmiyor. Gündemin birinci maddesinde Müslüman bilinen insanların sosyal hayat içinde, siyasi organizasyon içinde ve ekonomik hayatta geri plana itilmiş, küçümsenen ve gerektiğinde hukuk dışı yollarla hakkı gasp edilen birer unsur olmaktan kurtulup haklarını kullanabilen birinci sınıf vatandaş olma mücadelesi yer almaktadır. Yani bugünkü çalkantı Türkiye’de İslam’ın gelmesi ile değil, Müslümanların gelmesiyle alakalıdır. Diyeceksiniz ki, Müslümanların gelmesi aynı zaman da İslam’ın gelmesi için bir başlangıç değil midir? Ne yazık ki hayır. İslam alemi şu ayrımı yapmakta. Napolyon’un Mısır’a girişinden bu yana güçlük çeker olmuştur: Bir yanda gayr-i İslami (İslam dışı) bir mekanizmanın çarkını döndürmeyi başlatacak İslami bahaneler ve diğer yanda İslami bir hayatı kendi insiyatifi içinde sürdürmek üzere gösterilecek dirayet. Birincisi, yani yaşanan hayatın önünde İslami bir mahiyet olmadığı halde ortada İslami bir bahanenin bulunuşu, bütün devlet otoriteleri tarafından aralıksız istismar edilmiş bir husustur. İkincisi, yani Müslümanların kendi hayatlarını inançları, beklentileri, üstünlükleri uğruna biçimlendirmeleri, bir bakıma bu istismarın sona ermesiyle açılacak bir yol. Şimdilik hatırda tutmalıdır ki Müslümanların gelmesi İslam’ın gelmesi anlamı taşımıyor. Çünkü İslam’ın gelmesi ancak dünya üzerinde yeni bir yaşama düzeninin kurulmasıyla anlama kavuşabilecek bir vakıadır. Böyle bir değişmeden etkilenmeyecek hiçbir “güç” yoktur, çünkü İslam’ın gelmesi dünyadaki bütün güçleri tartışma alanına sokmakla gerçekleşebilecek bir vakıadır. Bugün Türkiye’de ve dünyanın her yerinde Müslümanlar mantar soslu biftek yemek istiyorlar ve onlara verilen sadece plaj şemsiyesi ve bir boğa güreşi biletidir. Ama bir gün yanlış anlama sona erer de Müslümanların önüne biftek konursa ne olacak? Nitekim bu yönde işaretler vardır. Eğer Müslümanlar kendi sığırlarını kendileri yetiştirmeyi, kendi usulleriyle kesmeyi, kendi yaktıkları ateşte pişirmeyi ve canlarının istediği bir zamanda yemeyi başaramazlarsa gerçek anlamda bir sonuç almış sayılmayacaklar. Gerçekte mesele biftek yeyip yememekte değil, “İnsanlığın kurtuluşu yolunda bir cazibe odağı olup olmamakta düğümlenmektedir.” Müslümanlar Türkiye’de olsun, dünyanın herhangi bir yerinde olsun kendileri bir cazibe odağı olacak yerde kafirlerin şu veya bu alanda başarılı sayılan verimlerinin cazibesiyle harekete geçiyorlarsa değil İslam’ı getirmek, İslam’ın gelmesi için gereken hazırlığı yapmaktan bile uzak kalacaklardır. ( Cuma Mektuplarından Alınmıştır – İsmet ÖZEL)

23 Ocak 2008 Çarşamba

HİSSELİ UYDULAŞMA CÜRÜMÜ KUMPANYASI!

Dolmuş Türkiye’de icat edildi. Bu yüzden niçin dolmuşa bindirilmeye, dolduruşa getirilmeye, dünyanın başka yerindeki insanların değil de bilhassa Türkiye’de yaşayan insanların müsait olduklarına hayret etmiyoruz. Etmeyelim. Dolmuşa bindirmeyi bilenlerin dolmuşa binmeyi bilecekleri gayet tabiî. Bir toplumun en zayıf yeri neresiyse, orası aynı zamanda o toplumun en kuvvetli yeridir. Şöyle söylemek de mümkün: Bir toplum hangi niteliklerinden dolayı acze düşüyorsa aynı nitelikler o topluma galibiyet sağlayan gücün de kaynağıdır. Türkiye hayatına efsaneleriyle şekil veren bir toplumu içinde barındırıyor. İlk bakışta belki tuhaf görünüyor; ama doğrusu şu ki biz, gerçeğin gerçekliğini ancak efsaneleştiği zaman algılayabilen bir toplumuz. Son üç asır boyunca paçamızı, mahvedici efsanelere kaptırdığımız için güle oynaya kendi mahvoluşumuza giden yolda ilerlediğimiz, üstelik hayli mesafe de kat ettiğimiz vâki. Beri yandan, ülke olarak, ülkenin insanları olarak ihyâ olduğumuz dönemler olduysa bu dönemler ihyâ edici efsanelerin hayatımızı yönlendirdiği dönemlerdir. Efsaneler bizi besleyip gürbüzleştirebildiği gibi bizim zehirlenip tahtalı köyü boylamamıza da sebep olabilir. İçinde yaşadığı toplumun niteliklerini keşfetmeyi dert edinmiş bir kişi olarak benim efsanelerle aram hiç hoş değildir. Efsanelerin bulutsu ortamı benim huzurumu bozar. Sevmem ben efsaneleri. Hayal ürünü şeyler eğlendirmez beni; bilakis canımı sıkar. Mest olmak işime gelmez. Ayık gezmeyi severim. Türkiye’de yaşayan insanların, çoğu zaman üstü örtülü bir biçimde onayladıkları efsaneleşmeleri de efsaneleştirmeleri de bir gerilik belirtisi kabul ederim. İyileşmenin işaretini arıyorsam gerek mecazî, gerekse gerçek (trafikteki) anlamıyla “dolmuşların” bulunmadığı bir Türkiye arıyorum. O halde ben Türkiye’de yaşayan toplumun içinde ayrıksı biri miyim? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü bir toplumun bünyesinin hangi baskın ve başat nitelikleri taşıdığı ancak o toplumda söz konusu niteliklerle uyuşmazlık halindeki insanların varlığıyla anlaşılabilir. Anlaşılması uğruna çaba harcadığımız bir insan toplumudur, bir hayvan sürüsü değil. Hayır, çünkü “toplum” denildiği zaman bir insan topluluğunda o topluluğun baskın ve başat niteliklere yaslanarak yaşayanlar ile hayatını ancak o niteliklerle savaşarak devam ettirebilen insanların meydana getirdiği bütünü anlarız. Türkiye’de efsane güdümlüler ve efsane kundakçıları birbirlerini tamamlar. Biri diğerinin mütemmim(tamamlayıcı) cüzüdür. Damarlarına şırınga edilmiş efsanelerin etkisiyle mest halde kalanlar soruyor: Kurulu düzenin işleyişine halel getirilmeksizin Türkiye’de iyileşmeye doğru hiç mi adım atılamaz? Hiç olmazsa ekonomi düzeltilemez, düzene sokulamaz mı? Bir taraftan borsa mı, döviz mi, repo mu, dış ticaret mi bilmecesinin hücrelerinde gezinirken, diğer taraftan hayal âleminden nefret eden benim gibilerden müjdeli bir haber bekliyorlar. Onlara bekledikleri müjdeyi ben vermeyeceğim. Benim vereceğim haber “müreffeh bir dünya hayatına ancak bir bedel ödemek suretiyle ulaşılabileceğine” dairdir. Ahlâkî şartları gereği, hiçbir bedel ödemeksizin toplumda iyileşme sağlanacağı beklentisiyle Türkiye’de yaşayanlar ayık bir kafaya sahip olma fırsatından mahrum bırakılmış olanlardır. İşlerini sarhoş kafayla hal yoluna sokmaya çalışıyorlar çünkü ekonomideki çok arzuladıkları düzelmenin dayanaklarına aydınlık getirilsin diye bir dertleri yok. Bütün mahalle sakinleri sokak lâmbasından fayda görürler; ama zilzurna sarhoş birinin sokak lâmbasından temin ettiği fayda herkesinkinden başkadır. Türkiye efsanelerle sarhoş olanların ülkesidir. Ne var ki sarhoş olmak kimseyi cezaî takibata uğramaktan alıkoymaz. Efsanedeki en iri kıyım kesim hayat standardındaki yükselmenin düzelme veya iyileşme gibi sunulmasından doğmuştur. İştiyakla beklenen müjdenin içeriğini Türkiye’nin her gün biraz daha uydulaşmasına mukabil tüketim imkânlarını her gün biraz daha artırması oluşturuyor. “Sıska kurt makamını besili köpeğinkiyle değiştirmek istiyor.” Yoksa bu becayiş çoktan olup bitti mi? 1960’lı yıllarda Türkiye’nin 20 yıl sonra (yani 1980’lerde) gelişmişlik bakımından İtalya’nın o zamanki seviyesine ulaşacağı söylenirdi. Kim söylerdi bunu? Sokaktaki adam mı? Hayır. Türkiye’nin akıbeti üzerine yorumda bulunanlar, elbette Türkiye’nin karar mekanizmalarında yeri bulunanlardı. Yani Cumhuriyet Türkiye’sinin baş tacı ettiği ideologi aradaki mesafeyi korumak kaydıyla Avrupa’yı takip etmeyi peşinen kabullenmenin ideologisiydi. Bu ideologi dolayısıyla Türkler üzerine baskı kurulmuş olması nazarî olarak cezaî takibatı gerektiriyor. Nazarî olarak, yani Türk’ün seciyesi itibariyle… Amelî olarak ise yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Bu karambol içinde efsanevî olan “muasır medeniyet seviyesine çıkmak”, giderek o seviyenin de üzerine çıkmaktır. Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “Vatan Müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu. Kimileri soracak: Ne zararı var? Mükemmelen uydulaşmak medeniyetin ziyafet sofrasına oturmayı sağlamayacak mı? Sağlaması elbette mümkün. Sefillerin mahkûm edildikleri mahrumiyetler dünyasından kurtulmanın bir yolu da “fahişelikten” geçiyor. Türkiye’nin düştüğü durumdan hisseli uydulaşma cürümü kumpanyası sorumludur. Hayatımızı efsanelerin idaresine bırakmakta ısrar edeceksek bu kumpanyanın hissedarlarının tarih önünde hesap vereceklerini söyler ve rahatlarız. Çıkar yolu hayatımızı efsanelerden arındırmakta arıyorsak kuşaklar boyu hükmünü yürüten bu suç örgütünü siygaya çekmeye, cezaî takibata uğratmaya ve nihayet cezalandırmaya hazırlanmalıyız. Bunlar yapılabilir mi? Türkiye’ye zarar verenler cezaya çarptırılabilir mi? Diyelim ki mümkündür, onlara ceza vermek Türkiye’ye ne kazandıracak? Bu sorulara cevap teşkil etmek üzere meselenin bir “Şahsiyet İnşa Etme” meselesi olduğunu ve milletleşmenin, inşasını tamamlamış şahsiyetler eliyle gerçekleşebileceğini zikretmemiz gerekiyor. Prens Mençikof’un elçiliği sırasında İstanbul’daki Büyük Britanya Sefareti müstakbel bir anlaşmayla Osmanlılara ağır şartlar dayatmaya hazırlanan Rus Çarlığı’nın İstanbul sefaretinde neler olup bittiğini bilmek, bunu Türklerin sivil polis teşkilâtını kullanarak sağlamak istedi. Oysa Türklerin sivil polis teşkilâtı yoktu. O güne kadar gelen tarih boyunca hiçbir Türk; “Başkasının ayıbını gizlice öğrenmek ve öğrendiğini o kişinin düşmanlarına satarak menfaat temin etmek” şerefsizliğine bulaşmış değildi. İngilizlerin Ruslar nezdinde teklif ettiği sivil polisliğe hiçbir Müslüman rağbet etmedi. Her Müslüman, yani her Türk gerekçesi ne olursa olsun yapılacak bu işin alçakça bir iş olduğunu, karakterlerine uymadığını Frenklerin yüzüne Kur’an-ı Kerîm’den de delil getirerek açıkça söyledi. Sonunda Britanyalılar bu iş için adı R ile başlayan bir Grek ayarlayabildiler. Türklerin ahlâken dik duruşu II. Abdülhamid’e verilen jurnaller göz önüne alınacak olursa diyebiliriz ki kısa zamanda, kolaylıkla zıddına inkılap etmiştir. Bu durumda aklımıza takılıyor: Biz Türkler yüksek ahlâkın mı yoksa soysuzluğun, yozluğun mu timsaliyiz? Nazarî olarak cevap verilemeyecek bir sorudur bu. Namussuzların namusluları yargılayabildiği bir ortam Türklerin ortamıysa Türkler yoz ve soysuz bir insan topluluğudur. Namuslular namussuzları yargılama gücünü elde bulunduruyorsa yüksek ahlâk bakımından hiç kimse Türklerin üzerine çıkamaz. Efsaneler yedeğinde ömür tüketerek yüksek ahlâk sahibi olunmaz. Sarhoş kafayla yargıya varmanın hakkaniyete uygun hiçbir yanı kalmamıştır. Ayık bir zihin uydulaşma cürümünden arınmamızın ilk şartıdır. Eğer uydulaşma cürümü kumpanyasında bir hissemiz var idiyse, onu imha edelim. Görüyorum ki bu hissedarlar ellerindeki senetleri imha etmek yerine uygun bir fiyattan bir başkasına okutmaya çabalamaktadır. Türkiye bugün düştüğü kötü duruma bir anda düşmedi. Hiç kimse dalâlete birdenbire sapıvermez. Eğer kötü durumu beş yıla yakın zamandır hâlâ atlatılamayan ekonomik kriz olarak algılamışsak bilelim ki başımıza gelen “Vatan müdafaasında” ısrar etmek yerine “bal tutan parmağını yalar” politikasıyla yürürlüğe sokulan uydulaşmaktan medet umulan uzun bir sürecin hasılasıydı. Hiç kimse dalâlete birdenbire sapıvermez; ama herkes birdenbire hidayete erebilir. Türkiye için bu aniden “Vatan müdafaası” kararını almak demektir. Vatanı ancak birbirleriyle aynı milletten oldukları hususunda şek ve şüphe taşımayan insanlar müdafaa edebilir; ilk darbede çil yavrusu gibi dağılacak soysuzlar değil. Önce Türkiye’de yapılabileceği halde yapılmamış ne var, onu fark edelim. Sonra yapıldığı halde yapılmaması gereken şeylerin neler olduğunu tespit edelim. Yapılabileceği yapmayan, yapılmayacağı yapan göz önüne çıktığında onun hesabını görmek çok kolay. Kol çoktan beri kırılmış ve yen içinde kalmıştır. El sıkışma sırasında devreye giren kol protezidir.
(Gerçek Hayat, 17 Ocak 2003 tarihli Cuma Mektubu - İsmet ÖZEL)