14 Mayıs 2008 Çarşamba

"TÜRK; AMA TÜRKÇÜ DEĞİL, MÜSLÜMAN; AMA ŞERİATÇI DEĞİL"

Yaşamakta olduğumuz söylenilen, içinde bulunduğumuzu sandığımız zaman dilimi bir ülke olarak Türkiye’nin tarihteki hangi evresine tekabül ediyor? Türk ülkesinin nereden gelip nereye gittiği bilinseydi şimdi nerede olduğuna şıpın işi ( derhal, hemen ) karar verilebilirdi. Bir gelişme aşamasından mı söz etmelidir? Zevalin bir basamağından diğer bir basamağına inişine mi tanıklık ediliyor? Bir tür “fetret devri” mi geçiriliyor? Zihnini bu tarz sorularla meşgul eden, “Yalova Kaymakamı’nın” akıbetiyle yakından ilgili böylesi sorulara cevap bulayım diye mesai harcayan var mıdır? Varsa kimlerdir bunlar? Andıysam bir ülke olarak Türkiye’yi andım, değil mi? Sözüme bir millet olarak Türkleri anarak başlamadım. Bir millet olarak Türklerin tarihteki yeri bir ülke olarak Türkiye’nin tarihteki yerinden hangi bakımdan ve ne ölçüde ayrı tutulabilir? Derin mesele. Milleti hiç işe karıştırmasak, sadece ülke olarak Türkiye’yi hesaba katsak sözünü ettiğimiz şeyin bir coğrafi varlık mı, yoksa o coğrafya alanına söz geçiren teşkilat gücümü olduğundan emin olamayacağız. Bir toprak parçasına mı Türkiye diyoruz; yoksa bir devlete mi? Bir muamma değil bu. Bir toprak parçasının “vatan” haline gelmesiyle Türkiye adlandırmasının geçerli kılındığını fark etmek için üstün zekalı olmaya gerek yok. Ancak devlettir ki bir toprak parçasını o “vatan” haline getirebilir. Namık Kemal’in içine düştüğü tereddüt giderildi. Şair “Vatan yahut Silistre” demişti. Şimdi Silistre Türkiye sınırları dahilinde değil. Demek ki “vatan” buymuş. Demek ki üzerinde yaşadığımız topraklara Türkiye diyebilmemiz oralarda Türk devletinin söz geçirebilir durumda bulunmasıyla mümkünmüş. Mesele belki bu noktada çatallaşıyor. Devletin devletliğine kimsenin itirazı yok. “Devlet söz geçirebilirlik vasfını kimden alıyor ve gücünü kimin adına kullanıyor?” diye sorduk mu muhtemel cevaplara çok sayıda itirazın yönelmesi gecikmeyecektir. Devlet devletliğine bir etnik özellik temelinden yükselerek mi kavuşmuştur? Devlet kendi geçerliğini bir dinin koruyuculuğuna mı tevdi etmiştir? Devlet teşekkülünü “la-yuhti”(hatasız) bir toplumsal sürece, yakıştırmaları uygun düşüyorsa ümmetten millete geçiş sürecine mi borçludur? Türkiye’nin tarihteki hangi evreye tekabül ettiği konusu bir mutabakat konusu değil. Neden? Çünkü dünyanın egemen güçleri Türkiye’nin herhangi bir şeye tekabül etmesine rıza göstermiyor. Türkiye’nin elde edeceği mütekabiliyet Türkiye’nin kalıcılığının nişanesidir. “Hasta Adam” adlandırmasından itibaren Türkiye’nin varlığını arızi sayan dünyanın egemen güçleri Türkiye’nin gidiciliği hesabıyla hareket ediyor. Türkiye’nin tarihteki yerinin tespiti son dakikada bile olsa bir kez gerçekleşti mi, Türkiye’nin götürüldüğü yerden tekrar nereye geleceği şimdiden belirlenmiş olacaktır. Dünyadaki büyük güç odaklarının hizmetinde olanlar sıra herhangi bir vesile ile Türkiye’nin meselelerini konuşmaya geldi mi söylemler içinde “vatan, millet” kelimelerinin geçmesini istemezler. Çünkü bu kelimeler kullanıldığı zaman birinin vatanın ruhça tasrihini(açıklığa kavuşturulmasını), milletin bedence tasrihini isteyeceğinden korkarlar. Gerek vatan kelimesine ve gerekse millet kelimesine getirilecek sarahat devletin karakterine getirilecek sarahati gerektirecektir. Bütün bu konularda Türkiye’nin geçirdiği oldubittilerin sorgulanması statüko’nun mezarını kazmak üzere toprağa kazma indirilmesi anlamına gelmektedir. Statüko(düzen) hayatiyetini kavramlardaki bulanıklığa, dolayısıyla dünya hayatını Türkiye’de idame ettirmek zorunda kalan insanların zihin kapasiteleri bakımından olduğu kadar ahlak telakkileri bakımından da düşük düzeyde seyretmelerine borçludur. Bu ülkenin kaderiyle bir şekilde ilişkilendirilmiş kimselerden kimliklerini ifade edecek beyanlar beklediğiniz zaman rahatlıkla onların ağzından “Türk oldukları; ama Türkçü olmadıkları, Müslüman oldukları; ama Şeriatçı olmadıkları” ifadelerinin döküldüğüne şahit olabilirsiniz. Tersinin vukuuna da şaşmamak gerekir: Söylediklerine göre “Türkçüdürler; ama Türk değildirler. Şeriatçıdırlar; ama Müslüman değildirler. Türkçü bir siyaset gütmenin dünyadaki güçler dengesinde kendi lehine bir ağırlık doğuracağını düşünen herkesin Türk olmasını şart koşamayacağımız gibi toplum hayatını İslam şeriatına uygun kayıtlar altına almaktan yana çaba gösteren kimseler de kendilerini aynı kayıtlar altında hissetmek zorunda değildir. Geride bıraktığımız yüzyıl içinde;“Türkçü Almanlar da, Şeriatçı Protestanlar da” ortalıkta cirit attı. Durumu tuhaf, gülünç, acıklı bulabilirsiniz. Lakin madalyonun diğer yüzündeki dramatik öğe tahammül sınırlarını zorlayacak özelliktedir. Öyle kimseler vardır ki Türk olmasından ötürü kendisine Türkçülüğün yakıştırılacağı korkusuyla tiril tiril titrer. Öyle kimseler vardır ki Müslümanlığına toz kondurmak istemediği halde kendisinin şeriatçı sanılacağı şartlar altında soğuk terler döker. Türk olmadıkları halde Türkçülük yapanların, Müslüman olmadıkları halde halkının çoğunluğu Müslümanlardan oluşan toplumlarda hayatın “İslam şeriatına” uygun şartlar altında cereyan etmesini savunanların neden böyle yaptıkları sorulacak olursa doğru cevaba ulaşmak pek zor olmayacak. “Bunlar asıl büyük amaçlarına ermek için kendilerinin değil, başkalarının kanını kullanmayı gerekli sayanlardır.” Soğuk Savaş sırasında Sovyetlerin güç kaybetmesini istemekle Türkçülüğün güç kazanmasını istemek müteradifti(aynı manaya gelen). İslam şeriatının eksiksiz uygulanmasını istemekle Batı Medeniyeti’ne karşı durma imkanı sağlayan bir siyasi çözümden uzaklaşmak, vazgeçmek de müteradiftir(aynı manaya gelir). Buradan kalkıp ulaşacağımız sonuca dikkat edilmelidir: “Türk, Türkçü, Müslüman, İslamcı” nitelendirmeleri hem kimin bunları ağzına aldığı ve hem de söyleyenin neyi kastettiği bilindiği taktirde bir anlam kazanabilmektedir. Üstelik bu nitelendirmelerin hangi gaye ile dile getirildikleri açıklığa kavuşmadıkça doğru anlaşılmasına imkan yoktur. O halde karşımıza çıkan “Türk, Türkçü, Müslüman, İslamcı” kelimelerine bir zaman ve mekan tayin etmemiz onların neyi ifade ettiklerini anlamamıza yetmez; Bir de bu kelimelerle neyin inşa edilmek istendiğini bilmeliyiz. Her çağda olduğu gibi günümüzde de hangi kelimelerin parlatılmasına özen ve hangi kelimelerin sönük kalmasına rıza gösterildiğine bakıp kimin ne gibi işler peşinde koştuğuna dair bir fikir edinme kolaylığına sahibiz. Geçerli kelimeler “metropolün” seçtikleriyse bunun bizi “metropole hizmet edenlerin” hoşlanacakları bir yere götürüşüne şaşmamak gerekir. Üzerinde yaşadığı toprakların gönenmesini(yıkanmasını), arasında yaşadığı insanların gönence(temizliğe) kavuşmasını dert edinen bir kişi metropolün kirletilmiş havasını solumaktan korunabilmek için derdi sebebiyle seçtiği kelimelerden bir atmosfer oluşturmak zorundadır. Ne var ki bu kelimelere “şartları ve niyetleri göz ardı ederek” anlam yükleme tutumuna kıskançlıkla bağlılık gösterilirse dayatmaları fark etme kolaylığının zorluğa dönüşmesine yol açılmış olur. Kalkış noktamız “Türk-İslam sentezi” denilen şeyin bir mugalata(yanıltıcı iddia) olduğudur.Çünkü Türk bizzat ve bizatihi sentezdir. Müslüman olma vasfını Türk olma vasfından ayırmak için hangi ölçünün kullanılabileceği belli değildir. Nitekim geçmişten bu güne Türklüğünü taşıyabilmiş kavimlerin sadece İslamiyet’i kabul eden kavimler olduğu diğerlerinin ya Finler, Estonyalılar, Macarlar, Bulgarlar gibi Türk karşıtı bir kimliği benimsedikleri veya rast geldikleri birçok kavmin içinde eriyip gittikleri genel kabul gören bir yaklaşımdır. Halen İsrail işgali altında bulunan Golan tepelerindeki Türkmen boylarının tamamen Araplaştıkları ve İç Asya’dan Doğu Anadolu’ya intikal edenlerin mühim bir kısmının da Kürtleştikleri göz önüne alınacak olursa Türklüğün ve Türkleşmenin kaynağını bir kandaşlık-soydaşlık meselesinde değil, benimsenen bir siyasi tutumda aramanın akliliğine ulaşmak zor olmayacaktır. Bu benimsenen siyasi tutum sadece bir inanç sistemi içinde yer almayı intac (netice, sonuç) etmiyor. “Türklük İslam’ın izzetini koruma sorumluluğunu hissetmekle başladı ve Türklüğün bu güne kadar gelişi sadece bu özelliği sebebiyledir.” İslam’dan soyutlanabilecek bir Türklüğü dile getirenler güttükleri siyaset itibariyle Türkler üzerinde iğdiş edici bir operasyon yapabilme şartlarını hazırlayanlardan başkaları değildir. Bu bağlamda Türklüğü Müslümanlıktan ayırmak Türk topraklarını yağmalamak isteyenlerin ürettikleri ideolojinin bir parçasıdır. Eğer ben geçmiş yıllarda söylediklerim arasında Türklüğü Müslümanlıktan ayrı tutan bir ifadeye yer vermişsem bunun sebebini Türklüğün Türkiye aleyhine kullanıldığı şartların içinde bulunmamda aramalıdır. Türklüğün imdadına Müslümanlık dışında kalan hiçbir yer, hiçbir şey erişemeyecektir. İslam’dan yalıtılmış bir Türklüğün ilk mahvedeceği unsur Türk’ten başkası değildir. Herkim “Ben Müslüman’ım; ama Türk değilim” diyorsa, o kimse çeşitli operasyonlar aracılığıyla Türkiye’nin emperyalizmin dişine uygun bir lokma haline getirilmesine onay vermiş bir kimsedir. Herkim “Ben Türküm; ama Müslüman değilim” diyorsa o kimse Türkiye’nin hem bir devlet, hem de bir millet olarak tarihsiz ve dolayısıyla talihsizliğinden duyduğu memnuniyeti ifade eden bir kimsedir. ( Cuma Mektuplarından – İ.Özel )

Hiç yorum yok: