25 Mayıs 2008 Pazar

"NEDAMET GETİRENLER ÇÖZÜM GETİREMEDİ; YOL TÖVBE EDENLERİN ÖNÜNDE AÇILACAK"

Güzellikle anlamayanlar kaldıysa, birisi onlara dayak zoruyla anlatacak. Dayak atma gücü kimde mi var? Madem dayağa maruz kalmak istemiyoruz; onu bir kalem geçelim. Biz güzellikle anlaşılmaya müsait olan neymiş, ona bakalım. Aklı olanın güzellikle anlayacağı şey Türkiye için geçerli olan düşünme ve davranış yolunun dünya için de geçerli olduğudur. Değil mi ki “Adem soyu” olarak hepimiz kovulduğumuz yere, cennete dönmek istiyoruz ve değil mi ki aramızda artık kurtuluşumuzun cennete girmek olduğunu bilmeyenimiz kalmamıştır; o halde doğru davranışı yanlıştan ayırt etmemiz “Vacip”tir. Bunun için görüldüğü kadarıyla, tövbekar olanların, istiğfar edenlerin kurtulma ihtimalinin hayli yüksek olduğunun farkına varacağız. Yine görüldüğü, görülebildiği kadarıyla, nadim olanlara, pişmanlık duyanlara kurtuluş imkanından düşen nasibin pek verimkar sayılamayacağını bileceğiz. Nedametle tövbe arasına bu kalın çizgiyi çekmek neden? Tövbe etmekle, pişman olmak hemen hemen aynı şeyler, birbirlerinin yerine konulabilecek şeyler değil mi? Değil. “Tövbe-istiğfar eden aynı zamanda pişman olmuş, nedamet getirmiş olur; oysa pişman olan insan tövbe etmiş sayılmaz ve nedamet getirene müstağfir (istiğfar eden) denmez.” Nedamet getirmenin ne mana ifade ettiğini anlamakla işe başlayalım. Çünkü insanlar işlerini çağlar boyu tövbe etmenin hakkını vermektense nadim(pişman) olmanın uyanıklığından istifade etmek suretiyle yürütmüşlerdir. Bunun böyle olduğu gerçeğine ulaşmak, aklını kullanan herkes için, “ilm-el yakiyn”, çok kolaydır. Pişman olduğumuz şeyler kurnaz davrandığımız halde olayların gidiş yönünü kestirmekte başarısız kalışımızdan dolayı ceremesini çektiğimiz şeylerdir. Yumurtalarımızın hepsini aynı sepete koyduğumuz için pişman olabileceğimiz gibi, gereğinden fazla sepet kullandığımız için de pişman olabiliriz. Ağzımızdan o kelimeleri kaçırdığımızdan dolayı nedamet getirebiliriz. Keşke o sözleri söylemeseydim deriz. Nadim olmamız sükut ettiğimiz takdirde de muhtemeldir. Hazır dilimin ucuna gelmişken hepsini keşke söyleseydim deriz. “Kısacası bizim bütün nedamet getirişlerimiz bir kazançtan mahrum bırakıldığımıza kanaat getirdikten sonra gerçekleşir.” Birinin kalbini kırmış olmaktan ötürü nadim olmuşsak bu, onun bize yumuşak davranmasının gereğini hissettiğimiz günün doğuşundan sonradır. Yani nedametin, pişmanlığın terbiyevi, ıslah edici, tekamül ettirici(kemale erdirici) bir yönü yoktur. Giderek nedamet;”hataların daha büyük hatalar doğurmasına sebep olan faaliyet alanını genişletir. Oysa “Tövbe” hassaten terbiyevidir. Biz kabahat saydığımız, günah olduğunu öğrendiğimiz, bizi suçlu mevkie düşüren her ne ise onu bir daha yapmayacağımızı bildirerek tövbe ederiz. Tövbe ile, küçük veya büyük, bütün insanlar Allah’tan af dilerler. Allah’tan af dilemenin manası ıslah olunma yolunu açmaktan başka bir şey değildir. Tövbe eden işlediği hatayı tekrar etmeyeceği gibi, hata işlemenin daha da nadir ve müşkül olduğu bir yaşama tarzını seçme tavrını benimser. “Yani tövbe arındırır.” Öte yandan, nedamet insanları bir hatayı işlemelerinden ötürü kendilerinin zarar görmeyecekleri bir bilince sevk eder. Nadim olan bir tuzağı atlatabilmek için öyle manevralar yapar ki bütün yaptıklarının başlı başına bir kapan(tuzak) olduğunu fark edemez. Tövbe eden tövbe edişinde başarısızlığa uğrayabilir. Tövbesini bozanı çok görmüşüzdür.”Lakin tövbeyi bozmak insanı bir kez daha tövbe etmeye yaklaştırır.” Belki daha bir arınmanın ihtiyacı belirir insanda. Tövbe ile nedamet arasındaki kalın çizgi en çok bu durumlarda belirginlik kazanır: ”Pişman olanın pişman olduğuna pişman olduğunu düşünün…Bariz bir ahlaki teşevvüş (karışıklık) ve akabinde düşüş söz konusudur artık.” İnsanlığın “modernlik” yaftası altında benimsedikleri yaşama tarzı başından beri hem “modern” olmayı hayırhah sayanlar tarafından, hem de tabiatıyla modernlik uygulaması yüzünden bir felakete duçar olunduğunu ileri sürenler tarafından eleştirildi. Türkiye her iki tarafın da eleştirisine bigane(ilgisiz) kalarak modernliği bünyesine yansıtmaya çabaladı. Dünyada ve Türkiye’de bol miktarda modernlik yüzünden nedamet getiren insana rastlayabilirsiniz. Modernlik seline kapılınması sebebiyle tövbe edenlere rastlamak pek zordur. Çünkü tövbekarlar orada neces(pislik) gördükleri için toplumun itibarlı alanlarına yanaşmaz, toplumun itibarlı alanlarını işgal edenler de arınmaktan ürktükleri için tövbekarlara toplumun itibarlı alanlarında yer açmazlar. Modernleşme süreci boyunca “nedamet” esas tavır, “esas duruş” olarak karşımıza çıkmaktadır. Karşımıza çıkmayan ise “tövbe”dir. Batı’da geçerli düşünme biçimine aşina olanlar bilir ki Batılılar asırlardan beri politik, sosyal, ekonomik tercihlerinin husule getirdiği duruma bakıp: “Tüh! Bu sefer de tutturamadık!” der gibidirler. Batı medeniyetinin sürekli kararsız denge tercihinde bulunması, attığı her adım sebebiyle nadim olması ve aynı yönde önceki hatalı adımları telafi edebilecek özellikte daha iyi bir adım atabileceği iddia ve inancından hiçbir şey eksiltmek istemeyişindendir. Türkiye ağır hata yükünü yüksünmeden Batı medeniyetini hal-i hazırda, hem sadakatle hem ısrarla takip ediyor. Neden böyle yapıyor? Bu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal etmiş en kallavi mirastır. Cumhuriyet idaresi Osmanlılardan tövbeye yanaşmama; ama buna mukabil olabildiği kadar pişman olma alışkanlığını devraldı. Bu alışkanlıkla toplum tepeden tırnağa değişime zorlandı, bu alışkanlıkla beynelmilel ilişkilerde bir yörünge benimsendi. Biz “Türkler” nadim olanlardan değiliz. Biz “Türkler” tövbe edenlerden teşekkül ediyoruz. Müşekkel (şekli, yapısı, kalıbı gösterişli olan) bir Türk göremediğinizi bir şikayet olarak dile getirebilirsiniz. Haklı bir şikayettir bu. Tövbe edenler biz “Türkler” olduğumuz için tövbesini bozanlar da hep biz “Türkler” içinden çıkıyor. Hatırlamakta fayda var ki tövbeyi bozmak yeniden tövbe etmeye engel değil. Ne olursa biz “Türkler” aleyhine bir hasmane gözetim altında oluyor. Bu sebepten ötürü kaç kişi idüğümüz kadar kaç kişi kaldığımız da bir muamma. Bu saatten sonra muammayı çözebilir de tanışmayı başarabilirsek, meselemizin ne olduğu konusunda bir anlaşma zemini oluşturabilirsek, neye, ne sebeple, ne derecede katlandığımız konusunda zihnimizde bir sarahat belirirse biz “Türklerin” önünde bir yol açılacak. Yolun açılabilmesi tövbekar olan biz “Türklerin” nedamet getirenlerle aynı kap ve kalıpta telakki edilmeyişi şartına bağlı. Tövbe edenlerin önlerinde açılan yolu yürüyebilmeleri için sadece kendileri olmaları yetiyor. Tövbe ettikleri, arınma sürecini başlattıkları için nedamet getirenlerle şöyle veya böyle bir ittifaka mahkum değiller, hareket serbestisi elde etmelerinin temeli sayılabilecek türden icazetler sağlayabilmek için bir uzlaşmaya mecbur değiller, yürüdükleri yolda ilk adımı dünyadaki hegemonyayı reddederek attıkları için dünyanın güç odaklarının hoşgörüsünden yararlanmaya ihtiyaçları yok. Akıl sahibi herkes biz “Türklerin” yolundaki haklılığa akıl erdirecek durumda olmalıdır. Yoksa onlara akıl sahibi denmez. Biz “Türkler” etrafımıza bakıyoruz ve bütün nedamet getirenlerin tövbekar taklidi yaptığını görüyoruz. Aslı taklidinden ayırma ehliyetine kavuştukça “Türk” oluyoruz. Oluyoruz da ne oluyor? Gösterilirse göreceğiz… Bizi Yaratan yanlış bir çağda veya yanlış bir yerde yaratmış olamaz. Öyleyse kendimizde nizam verici bir güç vehmetmemiz için hiçbir mazerete sahip değiliz. İçinde bulunduğumuz şartlarda doğru olanı tefrik etme (fark etme) imkanından mahrum olamayız. Mahrum olsaydık mükellefiyetlerimiz olmazdı. Tövbe ettiysek görüşümüzün nasıl berraklaştığını da fark etmiş olmalıyız. Bütün görüş bulanıklığı pişman olmaktan, nedamet getirmekten doğuyor. Daha iyi bir oyun sergileme peşinde olanların hüsrana uğrayacakları bir düzenekle karşı karşıyayız. Oyuna dahil olduğumuz için tövbekar olacaksak, tam sırası… ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

Hiç yorum yok: