14 Mayıs 2008 Çarşamba

TÜRKLÜĞÜN ŞARTI BEŞTİR

Çağlardan beri, Adem aleyhisselamın dünyaya bırakılışından beri, işler olacağına varır. İşleri yapanların sahiciliği de, yalancılığı da süreç içinde kendini gösterir. Geçmiş ve şimdi karşılaştırması içinde sözünde durmamışlık görünüşü arz eden kimseler olduğunu fark etmişsek onların meğer hiç söz vermemiş kimseler olduklarını, sözünde durmayanların gerçekte söz vermeyecek derecede düşük kıratta yaratıklar olduğunu anlarız. Neden böyle olur? Çünkü bütün insanlar içine bırakıldıkları şartlardan husule gelmiştir. Belli şartlardan nasıl insanlar hasıl olduğu da o insanların verili şartları nasıl değerlendirdiğinden kolayca anlaşılabilir. Bakınız son Osmanlı paşalarının bina ettiği Cumhuriyet neyin niçin yapıldığına akıl erdirmekten aciz kimselerin elinde kaldı. Cumhuriyet banilerinin(inşa eden) yaşadıkları günlerin içinde yaşanacak olağan ve olağanüstü günler saklı idi. Dün-Bugün-Yarın caddesinde birçok çizgi var. Çizgilerden hangisinin baskın çıktığı veya çıkacağı bir sahiplenme meselesi. Hangi çizgi güçlüce sahiplenilirse diğerleri sönük kalıyor. Son on yılda milletin millet olma vasfı hiçe sayıldığı ve dolayısıyla devletin sorgulana-bilme imkanı sıfıra indirgendiği için toplum hayatımızda acilen ve şiddetli bir kimlik yoklamasına gerek doğdu. Kimlik yoklaması gerekli olduğu derecede korkutucu. Korkunun ecele faydası yok. “Türkiye Türklerindir” şiarı yürürlükte kalsın isteniyorsa “Türklerin” kimler olduğu sorgulanmalıdır. Bu ülkede bitkiler ve hayvanlardan ötede insanların da bulunduğu kanıtlanacaksa bunun bir “dün-bugün-yarın” hesaplaşması geçirmeden yapılması imkansızdır. İnsan topluluklarının millet vasfı kazanmış olmaları onların bir tür bitki yığını durumu arz etmekten, cins bir hayvan sürüsü özelliği taşımaktan kurtulduklarının işaretini verişlerinden başka bir şey değildir. Türkiye’nin bugünkü yetkili ve etkili eşhası kendilerine neler olduğunu, başlarına neler geldiğini soracak kuvvetten mahrumdur. Onlardaki bu mahrumiyet Türk topraklarında gözü olanların işini kolaylaştırıyor. İnsanları (her birimiz o insanların içindeyiz) “flora ve fauna”(bitki örtüsü ve hayvanat) muamelesine tabi tutmak isteyenleri böyle bir niyet beslediklerine pişman etmek lazım. Biz Türkler Türkiye’nin bitki örtüsü değiliz. Biz Türkler ne Türkiye de hayatını sürdürmek mecburiyeti altında bırakılmış av hayvanlarıyız, ne de Türkiye’nin ağıllarını doldurmak ve vakti gelince sağılmak üzere burada bulunuyoruz. Bizim burada bulunuşumuz Türkiye’nin düşmanlarına düşmanlık göstermekle bir anlam kazanıyor. Türklüğün taşıdığı anlamı örtmek isteyenler kendi paçalarını kurtarabilmek için yabancılardan yardım bekliyor. Beynelmilel standartların herkes için kurtarıcı olacağı telkin ediliyor. İşte sırf bu yüzden bir aksilik çıkarmak gerekiyor. Bu yüzden ben düşmanlarımın ve düşmanlarımızın işini elimden geldiği kadar zorlaştırayım diye “başıma ne işler geliyor” sorusunu soruyorum. Bu soruyu, hangi yaşta olursanız olun, siz de sorun. Bu sorunun benim için henüz vakti gelmedi veya bu soruyu kendim için sormanın vakti çoktan geçti demeyin. Allah’u Teala’nın sizi hangi şartlar altında bıraktığına titizlikle vakıf olmak zorundasınız. Çünkü kulluğunuzu yerine getirmek istiyorsanız ancak o şartlar muvacehesinde yerine getirebileceksiniz. İnsan ömrü ya nimete şükran veya nimete küfran(nankörlük) ile geçer. Yarın size ve hepimize “verdiklerimle ne yaptın” sorusu sorulacak. Türk halkının “şark kurnazı” uyruk vasfını terk edip sorumlu yurttaşlar haline gelmesinin en geniş, en ferah yolu İslamiyet’in toplum hayatını düzenleyen eksen olduğu gerçeğinin toplumun karar mercilerinin ikrarıyla açılabilirdi. 1973 ile 1993 yılları süresince Türkiye’de bu yolun açılabileceği izlenimi uyandırıldı. Türkiye’de sosyalizmi işlemez hale getirmek için züppeliği devreye sokmak yeterli olmuştu. Türkiye’de İslamiyet’i işlemez hale getirmek için Türkiye’deki hakim zümrelerin küçümsediği bir kesim insanın “ma-sivaya”(Allah’tan başka her şey) olan tapınmalarını harekete geçirmek yetti de arttı bile. Türk halkında bir miktar sosyalizm beklentisi uyanmışsa, onu heba etmenin önemi büyük değildi. Sosyalizmi benimsemiş bir Türkiye modernleşme tasarımında eriştiği başarıyla tatmin olmanın ötesine geçemezdi. Oysa Türkiye’de uç veren “İslam uyanışının” boşa çıkarılması dünyanın büyük güç odakları hesabına çok önemliydi. Çünkü Türkiye’deki İslam uyanışıyla birlikte dünya tarihinin akış istikametine doğrudan etki edebilecek ihtimallerin cesamete kavuşacak gücü kazanabilecekleri ayan beyan ortadaydı. Türkiye’de İslamiyet’in işlemez hale getirilmesiyle bir yandan Batı Medeniyeti’nin nüfuz alanları siygaya çekilmekten kurtuldu; bir taraftan da İslamiyet’in Grek-o-Romen, İbrani-Hıristiyan modernleşme karşısında bir model geliştirme fırsatından imtina edilmiş oldu. Durum bütün insanlığı Türklüğün tarihi yüküne talip insanların belirip belirmeyeceği noktasına sürükledi. Bu noktadır ki; Globalleşme karşıtlarından Arjantin’deki dolar mağdurlarına, Afganistan’ı medeniyete eklemlemek isteyenlerden Filistin’deki intihar eylemlerine yorum getirmekten aciz olanlara kadar herkesi Türk olmanın dünya karşısında hangi tavrı benimsemeye denk düştüğü konusunda sarih bilgiler edinme zarureti karşısında bırakıyor. Dünyanın karanlık işleri sarih bilgilerden uzak durulduğu nispette sürat kazanıyor. Dünya karanlık. Dünya zahmetli. Türkiye yasaklı. Türkiye rahatsız. Benim dilimin altındaki baklayı çıkardığım günden itibaren “Türklük eşittir Müslümanlık” şeklinde takdim ettiğim reçete süreç içinde başlıca iki zümrenin rahatsızlık çekmesine sebep oldu: 1) Türkiye’deki Kürt, Laz, Gürcü, Çerkez, Arnavut ve sair kavimlerin milliyetçileri benim sunuşumu hareket serbestileri karşısında uygulanan bir engellemeyle eş tuttular. 2) Geçimini kozmopolit kültürün Türkiye’ye olan hakimiyeti yoluyla sağlayanlar ise değirmenlerini döndüren suyun nereden geldiğinin sorulacağından korktular. Menşei sorulduktan sonra o suyun geldiği yolun tıkanması işten bile değildi. Güvencelerini “gayri-Müslim” ve “gayri-Türk” odakların sözünü tutmada bulan her iki kesime mensup kişiler “Türklüğün Müslümanlık”, “Müslümanlığın Türklük” olarak benimsenmesi halinde Türkiye’de bazı taşların yerlerinden oynayacağını biliyor. Ya o taşların yeni yeri, yahut o taşların eski yerlerinde bıraktıkları boşluk yüzünden zarara uğrayacakları kesindir. Zihnimizde açıklığa kavuşturmamız gereken ilk mesele “Türklük eşittir Müslümanlık” reçetesinin bir hegemonya tesisine alet olup olmadığı veya müesses hegemonyaya destek olup olmadığıdır. Reçetenin insan ilişkileri terazisindeki hegemonya kefesine az da olsa bir miktar ağırlık eklediği vaki ise onu derhal, hiç tereddüt etmeden çöpe atalım; ama eğer bu reçeteyi ret yolunda çaba harcayanların reçete aracılığıyla kazanılacağında katiyet bulunan özgürlük aleyhine faaliyet gösterdikleri fark edilebilirse o zaman “Türklük ayrı Müslümanlık ayrı / Türklük başka Müslümanlık başka” diyen herkesi çöpe atmamız vacip olacak. Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor.Türkler günde beş vakit Namaz kılarak dehrin(alemin) çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şahadet ediyorlar. Türkler her şeyin Kelime-i Tevhid ile başladığını, Kelime-i Tevhidin her şeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlıdır. Türkler Zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? KİMSE TÜRKLÜĞÜN ŞARTLARINI YERİNE GETİRMEDEN TÜRKLÜK DAVASI GÜTMÜYOR ZATEN. ( Cuma Mektuplarından – İ. Özel )

Hiç yorum yok: