Türkiye’de kim, nereden nereye geldi? Modernlik öncesine uzanmadan da bu soruya cevap vermek mümkündür. 1908 yılı bazı bakımlardan dönüm noktasıdır. Bir yeni dönemden, Türkiye’nin sistem içinde az gelişmiş bir ülke olarak yer aldığı tarihi gösteren başlangıçtan söz edebiliriz. Bilhassa o tarihten sonra ülkemizde “az gelişmiş ülke aydınları” zuhur etti. Onlara “münevver” denirdi. Münevverler iştigal sahası olarak kendilerine öyle yerler seçtiler ki, çok geçmeden Türkiye “az gelişmiş aydınlar ülkesi” haline geldi. Okur yazarların omuzları üzerinde Türkiye’ye dünya sistemi içinde yer açan “uhuvvet” reformları yükseldi. Enverland’a Enver İmlâsı geldi. Neler olduysa, iyi-kötü yapılan her şeye aydınlar ön ayak oldu. “Taraflar vardı; tarafların birbiri arasında Türkiye’yle irtibatları bakımından fark yoktu.” “Benden sonra tufan” anlayışıyla hareket ettiklerini tahmin etmek kolayınıza gelebilir. Hayır, öyle yapmadılar. Hepsi, “batan geminin mallarına müşteri bulmakla” meşgul oldu. Anlaşılan, epeyce büyük bir gemi batmıştı. 12 Eylül 1980 askerî darbesi Türkiye’de aydının yerine getirdiği vehm olunan işlevi paçavraya çevirdi. Turgut Özal’ın yanında Turhan Feyzioğlu’nun artık esamesi okunmayacaktır. Çeyrek asır var ki Türkiye gemisi yüzer görünüyorsa, bu görüntü “Lumpen Intelligentsia”(batı özentisi güruh) yakıtıyla sağlanabiliyor. Sistemin bile isteye türettiği, doğrudan veya dolaylı olarak “yetiştirdiği” bu insanlar kendilerine ister akademik çevrelerde, isterse basın-yayın piyasasında yer açmış olsunlar, “samimi oldukları konuda ciddiyetlerini koruyamıyorlar; bir şekilde ciddiyet kespettikleri zaman ise samimiyetlerinden söz etmek mümkün değil.” Okur-yazar takımı “kendi etti, kendi buldu,” derseniz, yanıldınız. “Ne ekmişti ki aydın zümre, ektiğini biçmiş olsun?” Aydın zümrenin aşağı istikamette geçirdiği değişim onların takipçileri, hayranları eliyle gerçekleşti. Bir yükselme vuku bulsaydı sebebin aynı elden doğduğunu söyleyecektik. Çünkü değişim için gerekli gizli güç takipçilerdedir. “İbreyi harekete onların neyi kabul veya redd ettikleri geçirdi.” Tıpkı üretim birimlerini satış bölümünün yönlendirmesi gibi “söz piyasası da köşeyi dönmekle şartlandırılmış takipçilerin sultasında şekillendi.” Türkiye’de reformların tepeden inme olduğu söylenmiştir; tepeden inmeyen reform da varmış gibi... “Bize lâzım olan kimin kimi tepelediği hususunda teyakkuzdur.” Türkiye’de çok kısa zamanda neyin tepeden indiği değerini kaybetti, “tek değerli şey kimin tepeye çıktığı oluverdi.” OYAK aldı başını gitti; MEYAK kesintileri iade edildi. Süreç içinde ülkemiz hakim bir pozisyon elde edebilmek için gereken her şeyi yapmaya hazır insanlarla tıka-basa doldu ve taştı. “Türkiye’de bir ürün olarak eleştiri göremezsiniz.” “Türkiye’de bir tavır olarak başkaldırı göremezsiniz.” Yerküre üzerinde; “Türkiye söz söyleyenden ziyade kendisine söz dinletilenlerin etkin olduğu yegâne ülkedir.” Normal olmayan bir tarzda ilerlemesine sebep olan hususiyetlerinden birincisi budur. “Başka bütün ülkelerde muhalefetin açtığı yolu, Türkiye’de muvafakat açar.” Bu sebeple takipçi konumunda olanları kafeslemeyi kim başardıysa Türkiye’nin hakkından gelmeyi başaran da hep o olmuştur. Söz dinleyenlerin gücünden çekinildiği için Türkiye’de gerçekler “malı götürenlerin” işine yaradığı kadar ve ancak o zaman ortaya sürülür veya dökülür. Bugün bir bunalım içindeysek, bu bunalımı takipçilerin kendilerini “üstün nitelikten kaçma” suretiyle takipçi olma hevesine kaptırmaları doğurmuştur. Artık onlar “hasm-ı câlî”(sahte düşman) terkibini işitmez, işitecek olsa da umursamaz. Takipçi olmak soylu olmayı, bir soyu, bir boyu olmayı gerektirir. “Takipçilikten, takipçiliğe mahsus üstün niteliklerden vazgeçmek ise apaçık soysuzluk emaresidir.” Böylesi kabuller altında bu yazıyı titrek bir elle yazıyorum. Hangi nitelikte insanlara seslenmek için zahmete girdiğimi bilmemenin sıkıntısı altındayım.Artık, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada okur diye adlandırılan kalabalık, yazılan şeyler “boş bir gevezelik” olmadığı taktirde asla okumayacak olan bir güruhtur. Yazı dünyasının hiyerarşisi kasıtlı olarak yok edildi. Beteri de gecikmedi: Bir zamanların takipçileri “kendilerine duydukları saygıyı” kaybettiler. Nicedir yazı dünyasına “tribünlere oynamak” tavrı hükmediyor. Bu furya beni de sürüklesin mi? Ben bu yazıyı yazma sıkıntısına, “Türkiye’nin güme gitmesi için uğraşanlar karşısındaki savaşın” ne yapıp yapıp verilmesi gereğine inanmasaydım, girmezdim. Yazdıklarımın sansasyon düşkünü düşük zevat dışında kimin işine yarayacağını kestiremiyorum. “Nasıl adamın içine kapatıldığı parmaklıklara âşık olması, onu mahkûmiyetten kurtarmazsa, Türkiye’ye Türk milletinin esaretinden gayet memnun çevrelerin el koyması da Türkleri esir bir millet olmaktan çıkarmayacaktır.” Çoğunluğun lisân-ı hâl ile bana “Canım, âlemde bir esir biz miyiz ki, bunu kendine dert ediyorsun?” diye sorduğunu bilmez değilim. “Bilmek istediğim azınlıkta kalsa bile, bir avuç insanın esareti sona erdirme kararında ısrar edip etmediğidir.” Büyük merakım budur. Dikkat etmediniz mi, bu ülkede insanlar birbirlerine “Türkiye için senden bir beklediğimiz var” demekten çok uzaktadır. Çoğunluk benim dert ortağım değil. Çoğunluk sırça köşkte oturuyor. Mekânlarının küçücük bir taşla mahvolacağı korkusuyla yaşıyor hepsi. Mümkünse kimseye sataşmadan nasıl mesafe kat edebilirim derdinin şaşkına çevirdiği insanların kendilerini “normal” saydıkları bir âlem içindeyiz. Batılılaşmayı yükseliş gibi algılayan bir Türkiye’de hangi alanda, hangi düzeyde olursa olsun batılılardan herhangi birinin “bayiliğini kapmak” kârlı bir ticaret olageldi. Türk milleti kuvveden fiile “Türkçe ezanla” geçmiş siyasi bir programın yükünü hâlâ üzerinden atamamıştır. Milliyetçilikle, milliyetçilik diye yutturulan ve semeresi Türklerin esaretiyle sonuçlanan şey arasındaki farkı algılayamamış insanlar nereden icazet almış olurlarsa olsunlar karanlıktır. (Murat Belge’nin Şahitliği Caiz Değil – yazısından alınmıştır) merdivenşiir dergisi- Eylül-Ekim 2006- Sayı:10
Kaynak: http://www.ismetozel.org/
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder