"İstiklâl Marşı Derneği olarak hem Kur’an okumayı hem de Türkçe okuma yazmayı öğrenip ve öğretebileceğimiz bir kitap hazırladık. Çünkü hem Kur’an-ı Kerim ve Türkçe hem de öğrenmek ve öğretmek birbirinden ayrılamaz. Türkçeden İslâm’a Giriş serimizin bu yedinci kitabına da Anadile Eğilim ismini münasip bulduk. Zira bizim anadilimiz Hatice anamızın, Ayşe anamızın, Fatıma anamızın dilidir. Anadilimize eğilmek yazımızı geri almamızı, yazımızı geri almamız da kaybettiğimiz her şeyi geri almamızı sağlayacak. Gayret bizden tevfik Allah’tan."
Ali Ulvi Kurucu (Hatıralar - 3) M. Ertuğrul Düzdağ KAYNAK KİTAPLIĞI
"Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, Türkiyemizde ve Müslüman ülkelerde milyonların tanıdığı bir zat... Sevimli çehresi, Muhammedî güzel ahlâkı, ruhlara hitap eden millî, dinî şiirleri ve insanı manevî âlemlere alıp götüren gönül sohbetleri ile bir illim ve irfan önderi... Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, bir Anadolu çocuğu... İlk feyzini doğduğu muhitten aldıktan sonra yüksek tahsilini Kahire'de yapmış; son elli altı senesini Medîne-i Münevvere'de yaşamış ve orada vefat ederek, sahâbîlerin yanına uzanmış mes'ud bir insan... İslâm dünyasının manevî ve siyâsî binbir hâdise ile sarsıldığı yakın tarihi bizzat yaşamış; önemli olay ve şahsiyetlerle tanışmış; bir Müslüman aydının, aydın bakışı ile bunları değerlendirmiş, bir fikir ve mânâ büyüğü... Onun hatıraları, bizler için, bir ilim, irfan ve maneviyat kaynağı olduğu kadar, yakın tarihimiz için de bir "şifre çözücü" ve geleceğimizi tâyinde bir yol gösterici olacak..."
"HAKK'IN SESLERİ -2-"
“İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları!...” ( Neml suresi; 52. ayet ) Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı, ziyaretçisiz mezarından; Yürekler parçalar bir ağıt dinler yol güzergahından. Bu matem, kim bilir, kaç kırgın kalbin gubarından(tozundan); Coşup, çağlamakta, son ümidinin son hayal kırıklığından. Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım; Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım; Ne yapıp ye’simi(ümitsizliğimi) kahreyliyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!... Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu! Bu ne hicran-ı müebbed, bu ne hüsran-ı mübin… Ezilir ruh-i sema, parçalanır kalb-i zemin! Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp, Yükselen, ruhlar topluluğu! Sakın arza bakıp; Sanmayın: Şevk-i Şehadetle coşan bir kan var… Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var! Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!
Tükürün cephe-i lakaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün gavurların o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahluku görün:
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!
Mehmet Akif ( Rahimehullah )
"HAKK'IN SESLERİ -1-"
“Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiği zaman: “Biz ancak ıslah edici kimseleriz!” derler. İyi bilin ki; Gerçekten asıl bozguncular onların ta kendileridir, lakin farkında (bile) olmazlar.” (Bakara:11-12) Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti, Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müthiş ayeti! Ey vatansız derbederler, ey den’i kundakçılar! Milletin, az çok, duran bir dini, bir namusu var. Şimdi nöbet onların… Yansın da onlar, öyle mi? Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık alemi! Ey, haya namında bir hissin vücudundan bile, Pek haberdar olmayan, yüzsüz, hayasız! Bak hele! Arkasından takla attın en den’i bir şöhretin; Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mahiyetin! Bir külah kapmaksa şayet bunca hırsın gayesi; Kendi namusun olur er-geç onun sermayesi. Yoksa, namusuyla, vicdanıyla halkın oynama… Sonra kat kat nasiyenden sarkacak birçok yama! Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya, ey cani, “bürün”; Hem bütün dünyayı ifsad eyle, hem ıslahcı görün! Kendi ırzından cömert olmaksa kasd’ın eğer; Kendi malındır senin, hakkın tasarruf, kim ne der? Milletin, lakin ma’sum olan evladına, Verme bir melun temayül mübtezel mutadına(rezil alışkanlık) Biz ki her mevcudu yıktık, gayesiz bir fikr ile; Yıkmadık bir şey bıraktık… Sade bir şey: “Aile.” Hangi bir bünyanı mahvettik de ıslah eyledik? İşte viran memleket! Her yer delik, her yer deşik! Bunların tamiri kaabil… Olsa ciddiyet, sebat; Lakin, Allah etmesin, bir düşse şayet, ailat, En kavi kollarla hatta kalkamaz imkanı yok. Kim ki, kalkar der, onun hayvan kadar iz’anı yok! “Ailevi bir inkılap olsun!” diyen mey’us(kederli, ümitsiz) olur; Başka hiçbir şey kazanmaz, sade bir deyyus olur. Çünkü “çıplak” inkılabatın rezalettir sonu… Ey den’i kundakçılar, biz sizde çok gördük onu! Bir de halkın dini var, sık sık taarruzlar gören. Hale bak: Millette hissiyatı oymuş öldüren! Dini kurban etmeliymiş, mülkü kurtarmak için!... Tut da, hey sersem, bu idrakinle sen alim geçin! Hangi millettir ki fertlerinde yoktur hiss-i din? Başka kavimlere bir bak: Dini her şeyden metin. Düşme ey avare millet, bunların hızlanına; Vakıfız biz hepsinin pek muhtasar(kısa) irfanına: Şark’a bakmaz, garb’ı bilmez, görgüden yok vayesi(nasibi); Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi! (Mehmet Akif-Rahimehullah )
"ALLAH BANA YETER O NE GÜZEL VEKİLDİR"
-O halde, dünya hayatını ahirete değişenler, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, biz onu büyük bir ecirle mükafatlandıracağız. -Size ne oluyorda; “Rabbimiz Bizi halkı zalim olan şehirden çıkar, katından bize bir dost ve yardımcı gönder.” Diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? -İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise şeytan yolunda harbederler. Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi pek zayıftır. (Nisa: 74-76) -İnkar edenler, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını ve tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle. -Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vaz geçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. -Eğer yüz çevirirlerse Allah’ın sizin dostunuz olduğunu bilin; O ne güzel dost, ne güzel vekildır. (Enfal: 38-40) Kadisiye günü Rebia bin Amir’in İran orduları başkomutanı; Rüstem’in “Siz buralara niçin geldiniz?” sorgusuna verdiği ölümsüz cevabı hatırlayalım: “-Allah bizi yer yüzündeki insanları kullara kul olmaktan kurtarıp bir tek Allaha kul etmek için gönderdi. Allah bizi insanları batıl dinlerin zulmünden İSLAM’ın adaletine ulaştırmak için gönderdi. Allah insanlara en son elçisini ve en son dinini gönderdi. Kim onun dinini kabul ederse ona dokunmadan döner yurdumuza gideriz. Kim karşı çıkarsa onunla iki hayr’dan birine ulaşıncaya kadar mücadele ederiz.Yani ya şehit olup cennete gidinceye; Yahut galip gelip gazi oluncaya kadar CİHAT ederiz.” -Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. (Yoldaki İşaretler’den)
Kul Olmak Yetmez;"DOST" Olmak Lazım
- “O Allah ki sizi yeryüzünde halifeler kıldı ve verdiği nimetleri üzerinde sizi imtihan etmek için sizin birinizi diğerinize derece bakımından üstün kıldı.” (En’am: 65) Hayatıma yemin ederim ki, Hak Teala hizmetini can u gönülden yapmadıkça O’nun dostu olmaklığın mümkün değildir. O’nun dostu olduktan sonra sana ondan gelen ne olursa olsun hepsi lutufdur. Bu ister kahr, ister cefa olsun. Hepsi tatlı bir okşamadır. Halbuki gafillerin kendi istekleriyle kendi başlarına getirdikleri işler onların uyanıp Hakk’a dönme-lerine değil, gönüllerinin daha fazla tefrikaya düşmesine sebep olur. Onun için Hakk’a teslim ol. Kendi işinle O’nun işini birbirine karıştı-rıp şunu ben yaptım, şunu O yaptı deme. Nefsinin sıfatlarına tabi olma. Senin hicabın yine sensin. Sen bütün varlığınla kendi hicabınsın. Onun için, bütün varlığınla fani olmadığın müddetçe müşahedeye erdirilmeğe layık olamazsın. Çünkü nefs, azgın bir köpektir. Köpeğin derisi ise tabaklanmadıkça temiz olmaz. Nefsle mücahedenin gayesi nefsin sıfatlarının ifna(yok etmek) edilmesi-dir. Nefsin kendisinin ifnası(yok edilmesi) değildir. Çünkü nefs, devamlı havlayan bir köpektir. Ona sahib olabilmenin çaresi de riyazattır. (nefsin arzularına karşı kendini tutma) Hakk Teala Hazretleri kendi dostlarına bela libası(elbisesi) içinde gizli birçok lutuflarını göndermektedir. Mihnet(zahmet) libası içinde nimet vermektedir. Cenab-ı Hakk’ın hikmetlerinin acaib ve garaibi pek çoktur. Kader ve kaza esrarı beşerin zayıf aklının idrak edebileceği şeylerden değildir Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki Peygamberlerin sünneti ve velilerin sireti (ahlak ve karakterleri) kazaya rızadan ibarettir. Dest-i kaza(kaza eli) seni yerde eritir, yok eder, yahut okşarsa Hakk dergahının kapısına otur, ağlama. Hadis-i şerifde; -“Allah Teala kulunu sevip dost edinirse kaza bulutlarıyla bela yağmur-unu yağdırır da yağdırır. Bazen de onu kovalarla döker.” buyurulmuşdur. Böyle yapar ki sadıkla kazib(yalancı), hakla batıl meydana çıksın. Muhabbet yüksek bir mertebedir. Hem de çok yüksektir. Bu davanın bürhanı(delili) belaya sabır ve kazaya rızadır. “Evvela sabır, sonra şükür.” ( Faslu’l Hitab Tercemesin’den )
O ERLER Kİ...
O erler ki, gönül fezasındalar,Toprakta sürünme ezasındalar. Yıldızları tesbih tesbih çeker de,Namazda arka saf hizasındalar. İçine nefs sızan ibadetlerin,Bir biri ardınca kazasındalar. Günü her dem dolup, her dem başlayan,Ezel senedinin imzasındalar. Bir ân yabancıya kaysa gözleri,Bir ömür gözyaşı cezasındalar. Her rengi silici aşk ötesi renk;O rengin kavuran beyzasındalar. Ne cennet tasası ve ne cehennem;Sadece Allah'ın rızasındalar. (N. Fazıl)
Kavl(Görüş), Amel Ve İtikatta:"TARİKAT MEŞAYIHI"
Din büyükleri, yakin(şüpheden kurtulmuş) ehillerinin rehberleri zahiri ve batını ilimleri elde etmişler, Müslümanlık ahlakını en yüksek derecede yaşayarak kemale ermişlerdir. Onların akaidleri en doğru ve açık usulüyle meydandadır ki, “Kitab, Sünnet ve icma-ı ümmete” dayanır. Nakli ve akli delillerle te’yid olunmuştur. Bununla beraber bu yolun sultanları imanın tadını almış, vecd(şiddetli dini duygu ve heyecan hali) ehilleri ve keşf ehilleridirler. Hak Subhanehu ve Teala Hazretleri onlara o kadar lutfetmiştir ki; Onları kendine dost edinmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvanın en yüksek derecesine yükseltmiş, kalplerini marifet nurlarıyla aydınlatmış; onlar da bütün masivayı (Allah’dan başka her şey.) terk ederek Allah’a yönelmişler, Allah’ın onlara verdiği “Nur” hicapları yırtıp kaldırmış, onların sırları Arş’ın etrafında cevelan eder olmuş, onlar masiva kayıtlarından kurtuldukları için azimet ehli olmuşlar, mü’minlerin hasları olma seviyesine gelip tahkike(hakikate) ulaşmışlar, bugüne kadar bu ali himmetleriyle ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebini ve akaidini Kitab ve Sünnet ile te’yid edip bid’atcıların ve ehl-i delaletin iğvalarından((azdırma) ve saptırmalarından temiz tutmuşlardır. Hidayet semasının yıldızları olmuşlar, delalet şeytanlarını koğmuşlar, böylece Hakk yolunun saliklerini(yolcu) Kur’an ve Sünnete bağlamışlardır. Cenab-ı Hakk onları velayet nuruyla te’yid etmiş, onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmet ve hikmetiyle mü’minlere göstermiş, mü’minlerde bu velilerimizden istifade etmişler, feyz almışlardır: - “Onlar o kimselerdir ki Allah onların kalblerine imanı yazmış, kendinden bir ruh ile de onları te’yid etmiştir.(desteklemiştir).” (Mücadele:22) Onlara düşmanlık eden veya haklarında kötü düşünen farkına bile varmadan helak olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah vardır. Onlar Allah’ın yardımına mahzardırlar. Onların gönüllerini Allah sevgisi sarmış bulunduğu için dünya dertlerinden ve bütün masivadan tamamen yüz çevirmişlerdir. Onların itikadlarının temizliği ve sağlamlığı nasiyelerinde(alınlarında) okunur. Ezeli inayet(yardım) onların imdadına yetişmiş olmakla inat, niza ve muhalefet damarları onların gönüllerinden çekilmiştir. Böylece onların gönülleri Cenab-ı Hakk’ın rahmet nazarlarına mahzar olmuştur. Bunu beyan için Cenab-ı Hakk: - “Onlar birbirleriyle muhalefet halinde olmağa devam edicilerdir. Ancak Rabbinin rahmet ve merhametine mahzar olanlar müstesna!”(Hud:118-119) diye bildirmiştir. Allah’ın tevfiki onların refikidir. Bunlar tefrika, düşmanlık, çekişme, muhalefet ve ihtilaflardan kurtuldukları için Allah’ın bütün mahlukatına şefkat ve rahmet nazarıyla bakarlar. Düşmanlık ve çatışma azabından kurtuldukları için Rasulullah -sallallahu aleyhi ve selem- onları “Fırka-i Naciye”, yani kurtulmuş fırka lakabıyla müşerref kılmıştır. Hadis-i şeriflerinde: - “Ümmetim yetmiş üç millete veya fırkaya ayrılacak. Bunların hepsi de ateşte, yahut cehennemdedir. Ancak birisi müstesna,” buyurmaları üzerine Sahabe-i Kiram: - O fırka hangisidir ya Rasulullah diye sorduklarında Rasulullah: - “Benim ve ashabımın olduğu yolda( istikamette) olanlardır ki o da Sevad-ı A’zamdır.” buyurmuşlardır. (Sevad-ı A’zam: Allah’ın emrini ayakta tutan, Rasulullah’ın sünnetine sımsıkı sarılan ve bu yolu her şeye rağmen terk etmeyenlerdir. Bunlar kıyamete kadar her cemaat içinde bulunacaklardır... (Şir’atü’l İslam’dan) İmam Gazzali -kuddise sirruh-, “El-Munkızu mine’d - dalal” kitabında kendi ilk hallerini anlattıktan sonra der ki: “Uzun bir müddet halvette kaldım, yani uzlet ettim. Bu zamanda bana öyle sırlar açıldı ki, onları anlatmak, derinliklerine inerek ifade etmek mümkün değildir. Mü’minlerin istifadesi için zikredebileceğim kadarı şudur: Yakinen anladım ki Allah yoluna hakikaten suluk edenler sufilerdir. Onların yaşayışları en güzel yaşayış, yolları en doğru yol, ahlakları en temiz ahlaktır. Dünyanın en akıllı insanları, en yetkin feylesofları onların hayat tarzından daha güzel bir hayat tarzı ortaya koymak için bir araya gelseler buna güç yetiremezler.” Din büyükleri tarikat hakkında özet olarak şöyle derler: Tarikatın ilk şartı kalbi temizlemek, yani kalbi masivadan, Allah’dan gayrı her şeyden tamamen temizlemektir. Namaza başlarken alınan tahrim yahut iftitah tekbiri ne ise bu da onun gibidir. Kalp masivadan tamamen sıyrılıp temizlenmedikçe Zikrullaha dalması mümkün olmaz. Seyr u sülukun sonu tamamen Allah’a vasıl olmaktır, yani fena fiş-şuhud’dur. (müşahade ve şahid olma) İmam Gazzali devamla diyor ki: “Kime böyle bir ders verilmemişse o kimse nübüvvetin hakikatini anlayamaz. Sadece ismini bilir, o kadar. Velilerin en son nail oldukları kerametler, hakikatte Nebilerin başlangıçtaki halleridir. Bu öyle bir haldir ki, yoluna gelen ancak zevkine varırsa anlayabilir Zevkine varamayan ise varanların sohbetine ihlasla devam edip söylenenleri anlamaya çalışsın. Bunlar hep tecrübe edilmiş şeylerdir. Onlarla oturan, meclislerine devam eden onlardan istifade eder. Buna böyle inanmak bu yolun saliklerinin anlayışıdır. Onlarla oturan asla şaki (bedbaht) olmaz.Onların sohbetlerine devam etmeyen kimse de onları bu husustaki bürhanlarla, ilahi delillerle anlamaya çalışsın. “Çünkü onların zahiri ve batını bütün hareketleri; Nübüvvet nurunun gösterdiği yolda devam etmektedir.Yeryüzünde ise Nübüvvet nurundan başka HİDAYET nuru yoktur.” (Faslu’l Hitab Tercemesinden)
"EFENDİM (S.A.V.)" - M. Necati Bursalı (Rahimehullah) -
"Alemler yaratıldı hürmetine Efendim Melek insan hayrandır sünnetine Efendim Sen Habib-i Hüdasın, mislin ve benzerin yok Ne kadar şefkatlisin ümmetine Efendim Adalet ve hürriyet seninle kemal buldu Bir kıl dahi geçmedi zimmetine Efendim Nice gözler vardır ki daha dünyada erdi Gül cemalini görmek nimetine Efendim Padişahlar kölendir, benim aklım ermiyor Senden uzak insanın cinnetine Efendim Alemde Bilal olmak herkesin kârı değil Aklı olanlar koşar minnetine Efendim Yüzün gülzar-ı cennet, nazarın kalbe şifa Sensin tabip beşerin illetine Efendim Yüce Allah katında şanın o kadar büyük Gönderildin “İbrahim Milletine” Efendim Kim ki seni tanımaz, sana bende olmazsa Bir nihayet yok onun zilletine Efendim Alemlere rahmetsin, müjdelerle geldin sen Güvercin kanat gerdi hicretine Efendim Vasfından aciz diller hiç bir söz kâfi değil Şanına, şerefine, izzetine Efendim Hep gıpta etmekteyim seni gören gözler Nasıl doydu vuslatın lezzetine Efendim Sendeki güzel sabrı hiç kimseler bilmedi Gülüp geçtin kavminin hiddetine Efendim Şu Necati hakirin derdi başından aşkın Dayanamaz hasretin şiddetine Efendim Taif’te ve Uhud’da bir lahza sarsılmadın Hep güvendin Allah’ın kudretine Efendim Gönlün göklerden geniş, ay nuruna pervane Cebrail vezir senin devletine Efendim Aşkına yanan kula artık mahzun olmak yok Gark eder hazreti Hakk rahmetine Efendim Seni bilmeyen kişi şu büyülü dünyanın Niye katlanır bilmem zahmetine Efendim Nebiler sana müştak yarın bu güzel ümmet Kuşlar gibi koşacak Ahmed’ine Efendim."
Burası Sevr mağrası, Sır menzili, burası… Işığı karanlıktır; Ve sessizlik, narası. Deliğinde perdedar, Bir örümcek tuğrası. Mağarada gizlendiler Boşuna izlendiler. Burası Sevr mağrası, Sır menzili burası. Ebubekir zikirde, Kalbini yoğurası. Kalbinde nakış nakış, Nur Yüzün hatırazı. Zikirde Ebubekir; O’nun emriyle zikir. Burası Sevr mağrası, Sır menzili burası, Yüce Allah isminin, Kalb içinde mecrası; Ötesi ötelerin, Veraların verası… Sevr mağrası ilk eşik; Batın ilmine beşik… Burası Sevr mağrası, Sır menzili burası. Zikir, zikir, hep zikir; Büyük visal, sonrası. Ebubekir’e teslim, O’nun gönül mirası. İşte ebedi kanun: “İç ve dış, her şey O’nun…” - Necip Fazıl (Rahimehullah)
"Ormanda Büyüyen Adam Azgını;"
Ormanda büyüyen adam azgını Çarşıda pazarda insan beğenmez Medrese kaçkını softa bozgunu Selam vermek için kesan(kişi) beğenmez. Alemi ta’n eder yanına varsan Seni yanıltır bir mesele sorsan Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan Camiye gelir de erkan beğenmez. Elin kapısında kul kardaş olan Burnu sümüklü hem gözü yaş olan Bayramdan bayrama bir traş olan Berbere gelir de dükkan beğenmez. Dağlarda bayırda gezen bir yörük Kim tımar sipahi kimi ser bölük Bir elife dili dönmeyen hödük Şehristana gelir de ezan beğenmez. Bir çubuğu vardır gayet küçücek Zum-ı fasidince keyif sürecek Kırık çanağı yok ayran içecek Kahvede fağfuri fincan beğenmez. Aslında neslinde giymemiş hare İş gelmez elinden gitmez bir kare Sandığı gömleksiz duran mekkare Bedestene gelir de kaftan beğenmez. Kazak Abdal söyler bu türlü sözü Yoğurt ayran ile hallolmuş özü Köyden şehre gelen bir köylü kızı İnci yakut ister de mercan beğenmez. (Kazak Abdal)
"EĞER BİR GÖNLE SAHİP İSEN GEL O'NU ALLAH'A VER"
O Fahr-i Alem -sallallahu aleyhi vesellem-‘e ittiba kolay değildir. Yakanı nefs ejderhasının pençelerinden kurtarıp O’na ittiba kemerini şartınca bağlayacaksın. Yedi kat sema ehillerinin yeryüzü ehlinin meşakkatlerine tahammüle hazırlanacaksın. Bunun için; - Lehv ü hezlden(faydasız meşgale), her türlü laubalilikten uzak bir ciddiyet, - Duraklamadan, tereddüt’ten uzak bir gayret ve azim, - Tefrikanın zerresinden bile temiz bir sabır lazımdır. Kimde bu üç şart, gereğince toplanırsa Hazret-i Mustafa’ya (s.a.v.) ittiba hücresine koyarlar ve nübüvvet edebiyle terbiye ederler. Onu Kur’an sofrasına oturturlar.Kur’an ki Allah’ın sofrasıdır. Hakikat ehillerinin canları bu sofradan beslenir. Kur’an’ın harflerinden bir harf bile namütenahi(nihayetsiz) hakikatlere ve inceliklere, cami ve ramizdir. Kur’an’ın, Kur’ani işaretleriyle yol bulan asrında mana ehillerinin sultanı olur. Kur’an deryasından kana kana içmeyen susuzluktan kurtulamaz. Susuzluğun böylesi o kimseyi dışarıda kor. İşte Hazret-i Mustafa –sallallahu aleyhi vesellem- insanları bu bataklıklardan kurtarmak ve temizliğin en yüksek derecelerine erdirmek için, insan şerefine mahsus iradesini Hakk’ın iradesine ram etmeği öğreterek beka alemlerine götürmek için gelmiştir. Bir mü’min ancak Kur’an’ın letaifiyle mutmain olabilir. Tufan gibi bir aşk ile şu zindandan kurtulan gönle bütün saadet kapıları açıktır. Böyle bir insanın gönlünde Dost’dan başkası karar kılamaz. Böyle bir gönülde Sultan gelip tahtına oturduktan sonra bütün hevalar taat olur. Bu insan ölüm endişesinden kurtulur. Çünkü beka neş’esindedir artık. “Bütün arzularını bir tek arzu yapanı Allah dünya ve ahiret endişelerinden kurtarır.” Ezeli ahdine sadakat göster. Can kemerini sağlamca ve şartınca bağla. Ahdine vefayı devam ettir ki süfliler sana el süremesinler. Ağyarın(şaşırmışların) efsanelerini dinlemek gönlü bulandırmaktan başka bir şeye yaramaz. “Eğer bir gönle sahip isen gel o'nu Allah’a ver!” (Faslu’l- Hitab Tercemesinden)
"İnce Ve Mahrem Çizgileriyle;"İSLAM TASAVVUFU" -1-
Hadis-i Kutsi… Hadis-i Kutsi Allah’ın kelamıdır. Kur’an da Allah’ın kelamı.. Fark nedir derlerse bu bir şer’i mesele olur. Kur’an melek vasıtasıyla tebliğ edilen Allah’ın kelamıdır. Hadis-i Kutsi ise şöyle: Rasulullahı(s.a.v.) bir nur kaplar ve Allah kelamına mukaddes dudakları bir mecra olur. Melek vasıta olmadan… Buna Hadis-i Kutsi denir. İşte bir Hadis-i Kutsi: “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım.” Allah’ın kelamı… Şu Hadisin üzerine biraz “Vecd” ile bakacak olursanız, tasavvufun özü söylenmiştir. Kur’an’da; Yasin, Elif, Lam, Mim, Nun vel-kalem gibi sure başlarında bir takım esrarengiz harfler vardır. Buna “Tavasın-ül Kur’an” denir. Bunlar nedir? Şu, bu tefsire kalkar. Kur’an tefsiri ne azim bir davadır. Bahsimiz bu değil… Kısaca söyleyelim. Bunlar en emin bir velinin ağzından şudur: “- Sevilen ile seven arasındaki şifreler…” Şimdi bu tür şifreler üslubu ile, tasavvufun, asla (direkt) tebliğ edilmemiş olmak şartıyla Rasulullah’a(s.a.v.) nisbeti üzerinde ki alametler… Miraç’ı alalım ele… Miraç insan aklını berhava eden bir büyük vakıa.. Miraç’ın Mescid-ül Haram’dan yani Kabe’den Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmına inanmamak Kur’anın nassı olduğu için küfürdür. “Oraya kadar inanayım da diğer tarafa inanmayayım” demek de iman değil… Vakıa mühim… Burada akla takat yoktur. Akla takat olmadığını büyük akıl sahipleri akılla tahkik etmişlerdir. Nitekim Miraç olup bittikten sonra, bunu haber alan müşrikler doğruca “en büyük delili kazandık” diye Hazret-i Ebubekir’in kapısını çalıyorlar. Kendisini çağırıyorlar: “- Ya Ebubekir buna ne dersin? Ve anlatıyorlar: “- Burak’a bindi, göklere çıktı. Allah’a vasıl oldu, onunla konuştu. Akıl, fikir, idrak ve her şey bunun karşısında…” Hazret-i Ebubekir’in tavrına bakın!.. Buradan imanın metodolojisine ait, usule ait en güzel davranışı kazanacaksınız. Diyor ki: “- Bunları kim söyledi size?” “- O söyledi.” “- O mu söyledi? O söylediyse doğrudur!” Bu ne azim cevaptır! Yani, “O söylediyse diyeceğim yok; O söylediyse tamam”… İman budur!.. Şimdi Miraç… Miraçta safha safha birçok tecelliler var… Birçok esrarengiz oluş… Nihayet Cebrail(a.s.), Allah’ın Rasulünü “Sidret-ül Münteha” dediğimiz noktaya kadar getirir. Bu aklın münteha noktasıdır. Nihayet noktası… Cebrail mahluka ait aklın son noktasını temsil eder. Kul aklının sonunu… Kuldaki aklın kula ait son merhalesini… Der ki: “- Ben buradan ileriye gidemem!.. Bir adım daha atarsam kanatlarım yanar!” Allah’ın Rasulü sorar: “- Nasıl gidilir ileriye?” “- Aşkla gidilir!” Ve bir püskürüş gibi, nur püskürüşü gibi bir tecelli içine bırakır kendisini… Ve erer. Sonra bir azim alamet daha.. Bir cihaddan dönüşte, atlarının üstünde Allah’ın Rasulü yürürlerken yanlarındaki ashaba şöyle buyururlar: “- Şimdi cihad-ı asgardan geliyoruz ve cihad-ı ekbere gidiyoruz.” Sorar biri: “- Ey Allah’ın Rasulü, cihad-ı ekber nedir?”… “- Tek insanın kendi nefsiyle boğuşması…” Yani milyonluk orduların, milyonluk ordularla, milletlerin milletlerle boğuşması cihad-ı asgar(küçük cihad)… Bir adamın kendisiyle boğuşması ise cihad-ı ekber(büyük cihad)… Bu da bütünüyle tasavvuftur. Bilenler ve nefsini tanıyanlar için nefse karşı cihad… (Necip Fazıl –Batı Tefekkürü ve İSLAM TASAVVUFU- Kitabın’dan)
"İnce Ve Mahrem Çizgileriyle;"İSLAM TASAVVUFU" -2-
Allah Rasulü’nün(s.a.v.) bir hadisindeki güzelliğe bakın: “- Yarabbi önümde bir nur, ardımda bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, kalbimde bir nur halket!” Nurlar alemi içinde giden zaten nur… Şu donanımın güzelliğine bakın!.. Batının “nur” diye bir kelimesi yok.. Ne kadar nuru kapsayıcı kelime kullanırlarsa kullansınlar bu, basit ışığın kemmiyet(miktarı) derecelerine göre fark eder ve hiç bir zaman “nur” kelimesi yerine geçemez. Nur bizde ışığın mefkuresidir(ideali). Işığın arayıp da tabi olduğu, görünmez sultanıdır nur!.. Bu yüzden, “yak şu idare lambasını” diyeceğimiz yerde, “yak şu nuru” demeyiz. Fakat bazı yüzlere “NUR YÜZLÜ” diyebiliriz, o tüyler ürpertici bir hadisedir. Nuru böyle anlamak lazım… Bu da hiçbir lisanda yok… “Nefs” gibi.. Allah göklerin ve arzın nuru olduğunu bildiriyor Kur’an’ında… Buradaki idrak dehşetine dikkat edin!.. Ve “Allah’ın Nurundan”, kelama, ibareye, söze sığmaz bir kırıntı olarak nura sahibiz. İşte bu nur, O bölünmezden ve tecezzi(parçalanma) kabul etmezden bir işaret, nefs de o nurun dayandığı madde üzerinde bir odak gibi ikinci kuvveti ve o nurun bütün hükümlerine itiraz eden… Yani muhalefeti temsil eden… Batı; aklı çatlata çatlata dumanlar içinde kendisini kaybeden, hiçbir şey bulamayan, madde eserleriyle avunmaya çalışan bir marifetler manzumesidir. Bu madde marifetleri manzumesi akılda ancak şuraya kadar gelmiştir: Nasıl görüyorum, nasıl duyuyorum, nasıl anlıyorum, beyin nedir, göz nedir?.. Gözün fiziki bir tarifi var…“Işığın yansımaları gözde bir mihrak noktasında toplanır, sonra beyindeki bir merkez ile de görürüz!” gibilerden. Bu tarif gözden başka her şeydir. Bütün batı filozofları bu izaha çıldırır ve eksiği kabul eder. Ve ben size halledeyim halledilmezi…”BİZ, O NURLA GÖRÜYORUZ, O NURLA YİYORUZ, O NURLA YAŞIYORUZ. ÇÜNKÜ O NURU ANLAMAK İÇİN ONDAN, O NURDAN BAŞKA BİR ÇARE YOK Kİ…” O nur olmadan anlama iktidarı yok beşerde… Nur… İzahsızı izahtan daha rahat teselli olur mu? Kendini tanı! Ve tanınmaz olanı bil!.. “Tanınmaz” demek tanımaktır!.. Nur da bu… Ne varsa dünyada açıklık hissi diye söylediğimiz ve anlayış, o nurdandır. Ve “Malik-ül Mülk”ün en büyük hikmetlerinden bir köşedir bu… Biz kapılarımıza şu levhayı asarız:”Ey Mülkün Sahibi!..” Ama bilmeliyiz ki, o mülk sadece madde değildir! Gözümüz de, burnumuz da, ruhumuz da hepsi O’na aittir. Ve bizde “biz” olarak, “ben” olarak hiçbir şey yoktur!.. Vahdet-i vücutta göreceksiniz. Asla O’nun tenzihi sıfatını bozmadan… Çünkü bende ki o, yani onunla O’nu gördüğüm şey mahluktur. Ve O kendi zatıyla bundan münezzehtir. Mutlak olarak şer’i hududa riayet şarttır!.. O’nun hikmeti ve lutfuyla O’nu görüyoruz. Kendimizle bir şey göremiyoruz. Bilmiyoruz, anlamıyoruz, yaşamıyoruz. (Necip Fazıl – Batı Tefekkürü ve İSLAM TASAVVUFU – Kitabın’dan)
İnce Ve Mahrem Çizgileriyle;"İSLAM TASAVVUFU" -3-
Allah’ın Rasulü(s.a.v.), buyuruyor ki: “- Ben ahlakı mekarimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!” Buradan da anlıyoruz ki, ahlak sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir. Ahlak o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor, sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi… Ahlak bütün bu kainat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerine tatbik edeceği “ruhi mizan..” Bizde, ahlak her şey… Zannettiğimiz gibi, öyle sun’i terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil… Onun çok dışındadır. Ve mefkurenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufi,”İlahi marifet” davasının ana dayanağıdır ahlak… Şimdi üstün ahlakı, umumi manadaki ahlakı, insanın ana sermayesi kabul ettiğimiz zaman; Dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlak… Bütün ruh ölçülerinin esası… Biz “ahlakı keremleri” Abdullah Dehlevi Hazretleri ile Mevlana Halid’in (Bağdadi) menkıbesinde bulacağız. Çok büyük mana halinde… Mevlana Halid yenilerdendir. Nakşi’nin “Halidiye” kolu başıdır. Zahiri ilimlerde çok ileri gidiyor. Fakat ötesine talip… Mürşidini arıyor. Kalkıp Şam’a gidiyor. Orada bir çok büyükle temasta… Fakat aradığını bir türlü bulamıyor. Nihayet biri… “Ehli hal”den bir adam: “- Senin mürşidin burada değil!” Diyor. Bu defa da Hicaz yollarında… Kabe’ye karşı bir sırtta oturuyor. Yüzü Kabe’ye dönük... Kabe’yi seyirle meşgul… Tabii kendi aleminde… Bu sırada bir garip adam çıkıyor karşısına… Arkasını Kabe’ye verip onun yüzüne bakmakta… İtiraz edecek gibi oluyor; ama hayır!.. İtiraz kolay değil İslamiyette… O Kabe’ye bakıyor; adam da suratına…”Be adam, benim yüzümde ne arıyorsun?.. Allah’ın Evine dön!”diyeceği geliyor ama mümkün değil… İyice sıkılıyor. Fakat içinden bir his geçmekte… Sadece bir his: “- Acaba benim aradığım mürşid bu olmasın?..” Şöyle bir yaklaşıyor adam: “- Hayır diyor; ben senin aradığın değilim! Senin aradığın mürşid ta Türkistan taraflarında…” Ve oralara kadar gidiyor. Şimdi müridle mürşid arasındaki münasebete bakın! Mevlana Halid dergaha varır varmaz, Abdullah Dehlevi Hazretleri: “- Derhal buyursun!” Diyor. Bekliyormuş gibi… Sanki (randevu)lu gibi… Hemen kendisine şu iş veriliyor: Abdesthaneyi temizlemek… Tereddütsüz kabul…Ve öyle bir haz içinde , zevk içinde suları götürüp getiriyor ki, ancak fırsat buldukça diz çöküyor. İrşad halkasında ancak bir iki dakikası var… Daha önce “nur”dan bahsetmiştim. Nur… İşte Mevlana Halid bu nurun altındadır. Ama nurun altında olduğunu göstermeye delil istemez! Ve bir gün Abdullah Dehlevi Hazretleri, -bu nokta büyük davadır!; Bu nokta inananların davası- pencereden baktığı zaman görüyor ki, Mevlana Halid’in kovalarını melekler taşıyor, kendisi değil… Ve çağırıyor yanına… Bir at ısmarlıyor. Atı eğerliyorlar. Atın üzengisini tutuyor ve bindiriyor onu ata… Mevlana Halid: “- Aman, Efendim!” Diyor, Şeyhine… Ve Abdullah Dehlevi Hazretleri cevap veriyor: “- Bir zamanlar nasıl seni irşada memur idiysek, şimdi de atının üzengisini tutmaya memuruz! GİT VE İKLİMLERİ İRŞAD ET!..” İşte, bir kibri yenme işinde, bir bağlılık işinde gösterilen teslimiyet… (Necip Fazıl - Batı Tefekkürü ve İSLAM TASAVVUFU- Kitabın’dan)
"Ahmaklık, Kahr-ı İlahi Olan Bir Hastalıktır"
Bir adam: İsa - aleyhisselama- “-Ey temiz Ruh! İstediğin her şeyi yapabildiğin halde kimden korkuyorsun?” diye sordu. İsa -aleyhisselam -: “- Evvela ruhu, sonra cesedi yaratan Cenab-ı Hakk’a ve O’nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duayı, yani; İsm-i Azam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duayı kayalık bir dağa okudum, ortasından çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiç bir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duayı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle yüzlerce defa okuduğum halde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lakin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi!”dedi. Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hazret-i İsa’ya sordu: “İsm-i A’zam” bu kadar şeye te’sir edip şifa verdiği halde niçin ahmaklığa te’sir etmemiştir? Halbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara deva olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir?” Hazret-i İsa –aleyhisselam- cevap verdi: “Ahmaklık, kahr-ı ilahi olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahiye uğramayan ibtilalardır. İbtila da bir hastalıktır; ancak sadece müptelasına acınır. Ahmaklığa gelince oda bir hastalıktır, lakin ekseriya başkasını yaralar ve zarar verir.” Hazret-i Mevlana buyurur: “Peygamberlerin nefesleri taşa bile te’sir eder. Onların sözlerine dağlar bile boyun eğer. Lakin bir ahmağa, onların saçtığı hikmet incilerinden bir tanesi dahi isabet etmez.” “Ahmaklık damgası Allah’ın bir mührüdür. Ona kimse çare bulamaz.” “Seher rüzgarı, ahmaklıkları yüzünden Sebe’lilere sam yeli olmadı mı?” “Ahmak kimse, zekadan ibaret olsa bile, madem ki onda hayr ile şerri, hak ile batılı ayırt ediş vasfı yoktur, o bir ahmaktır.” “Ey salik! Dikkat et de böyle kimselerden ceylanın arslandan kaçtığı gibi kaç! Sakın onlarla bir arada bulunma!...” (Mesnevi Bahçesinden)
"VASIL-I İLLALLAH"
“Pek çok han ve kervansaray terk etmek lazımdır ki, insan bir gün hakiki meskenine varabilsin!” “Ateşte kızdırılmış bir demirdeki kızarıklığı ona aid sanma! Çünkü o, ateşin ona geçici olarak bir ışık ve hararet vermesinden ibarettir.” “Şayet pencereyi ve evi ışıkla dolmuş görüyorsan, sen onlara aydınlık deme; Zira aydınlatıcı olan güneştir.” “Güneş, kendisinden akseden ışıklarla parıldayıp öğünüp duranlara der ki: Ey anlayışsız mağrurlar! Biraz sabredin; Hele ben şu dağın veya şu deryanın arkasına varıp ufuktan bir çekileyim, o zaman hakikati anlarsınız.” “Keza tenin güzellik ve letafeti de naz edip öğünür, ama bilsin ki, asıl kudret ve kuvvet onun içinde gizlenmiş olan ruha aittir.” İşte bu hakikati idrak edip benlikten sıyrılabilenler, yani nefsin azgın pençelerinden kurtularak ölmeden evvel ölenler, bu hallerinin bir mükafatı olarak cananda dirilirler. Bu dirilikte Cenab-ı Hakk, onların gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve tutan eli olur. Kul, bu makamda büyük bir vuslat hali yaşar. Hakk’dan gayriye nazar kılmaz. Yunus Emre(k.s.), “Vasıl-ı İllallah” olduktan sonraki halin kendisini nasıl mest eylediğini ne güzel ifade eder: Canlar canını buldum, Bu canım yağma olsun! Assı ziyandan geçtim, Dükkanım yağma olsun! Ben benliğimden geçtim, Gözüm hicabın açtım, Dost valsına eriştim Gümanım(şüphe,zan) yağma olsun! Yunus ne hoş demişsin, Bal-u şeker yemişsın, Ballar balını buldum, Kovanım yağma olsun! (Mesnevi Bahçesinden)
"DÜNYANIN HELALİ HESAP, HARAMI AZABTIR"
Bir gün Hasan el-Basri : “Ey insanlar, hiç şüphesiz, Allah’ın va’di gerçektir. O halde dünya hayatı sizi sakın aldatmasın. Ayartıcı şeytan da Allah’ın bağışlayıcılığını ileri sürerek sizi aldatmasın”(Fatır-5) ayetini okuduktan sonra dedi ki, “Dünya sizi aldatmasın” diye kim buyuruyor? Dünyayı yaratan ve buna göre onu herkesten daha iyi tanıyan “Allah” buyuruyor. Sakın dünya meşguliyetlerine kendinizi kaptırmayınız. Çünkü dünya o kadar oyalayıcıdır ki, insan kendisine bir meşguliyet kapısı açsa arkasından kendiliğinden nerede ise on meşguliyet kapısı daha açılır. Zavallı ademoğlu, helalin hesabı ve haramın azabı olan bir yurttan hoşnut görünüyor. Oysaki, kazancını helalden sağlasa hesaba çekilecek, haram yollardan sağlasa azaba çarptırılacaktır. Ademoğlu malını az görür, ama amelini az görmez. Dinine gelen musibeti umursamaz da, dünyasına gelen musibete üzülür.” Ehli halden biri der ki: “Ölümü gerçek bilen kimseye şaşarım, nasıl sevinebilir? Cehennemi gerçek bilene de şaşarım, nasıl gülebilir? Dünyanın insanları nasıl değiştirdiğini görenlere şaşarım, ona nasıl güvenebilir? Kaderi gerçek bilenlere dahi şaşarım, niye hırsla didinirler?” Ebu Süleyman (r.a.) buyurur ki: “Kalbini Ahiret de hesap verme düşüncesi ile meşgul etmeyenler, dünyaya yönelen azgın arzulara karşı direnemezler.” Malik İbn-i Dinar (r.a.) bir gün şöyle dedi: “Dünya sevgisi üzerine hepimiz uyuştuk. Ne biri birimize iyiliği emrediyor ve ne de biri birimizi kötülükten alıkoyuyoruz. Allah bizi bu durum da olduğumuz gibi bırakmaz. Allah’ın bize ne azab indireceğini keşke bilebilseydim!” Ehli hikmetten bir zat der ki: “Dünya bir yıkıntı yeridir. Onu onaranın kalbi daha köhne bir harabedir. Cennet bakımlı bir evdir. Onu arayan kalp ise daha alımlı bir ma’muredir.” Hasan el-Basri buyurur: “İnsanın ruhu dünyadan üç hasretle ayrılır: - Biriktirdiklerine doymaz, - Arzu ettiklerine kavuşamaz, - Varmakta olduğu yere yeterince azık hazırlayamaz.” İmam-ı Şafii (r.a.) bir mü’min kardeşine şunları söyledi: “Ey kardeşim! Dünya kaygan bir bataklık ve bir zillet yurdudur. Gösterişli yapıları yıkılışa doğru gider. Onun sakinleri mezarlık yolcularıdır. Düzeni dağınıklığa varır. Zenginliği fakirliğe çıkar. Oradaki bolluk kıtlıktır, kıtlığında ise bolluk vardır. ALLAH’DAN KORK . O’NUN SANA AYIRDI-ĞI RIZKA RAZI OL. Geçici yurdundan devamlı yurduna hazırlıksız göçme. AMELİNİ ÇOK VE EMELİNİ AZ EYLE.” Bindar (r.a.) der ki: “Dünya düşkünlerini dünya peşine düşmemekten bahsederken gördüğün zaman bilesin ki, onlar şeytanın maskaraları arasındadır. - Dünyaya yönelenleri ihtiras ateşi yakar, küle çevirir. - Ahirete yönelenleri ise, “Ahiret aşkı” arıtıp yararlanılabilir sikke haline getirir. Allah’a yönelenleri ”Tevhid ateşi” yakar, paha biçilmez bir cevher haline getirir.” ( İmam-ı Gazali – Kalplerin Keşfin’den)
"-EY GÖNLÜMÜ ALMIŞ OLAN!.. KAPIDAKİ DE SENSİN!.."
Rivayette Hazret-i Cabir –radiyallahü anh- anlatıyor: Allah Rasulü –sallallahü aleyhi vesellem-‘in kapısına gittim. Kapıyı çaldım. “-Kim o?” buyurdular. “-Ben!” cevabını verdim. Allah Rasulü –sallallahü aleyhi vesellem-, “ben” lafzını kullanmama razı olmadılar. Çünkü, “ben” lafzında kibir ve azamet kokusu sezdiler. Hazret-i Mevlana bu kıssayı şu şekilde anlatır: “Kalbi yanık aşık, yarin kapısını tıklattı. Ancak “Kimsin?” sualine “Benim!” deyince, yar: “-Git!. Senin için içeriye girme zamanı değildir!. Böyle manevi nimetler sahasında ham ruhlara yer yoktur!.” dedi. “O zavallı kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yarin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı.” “O yanık aşık, pişkinleşti ve geri döndü. Tekrar yarin hanesi tarafına geldi.” “Dudağından terbiyesizce bir söz dökülmesin diye bin bir endişe, korku ve edep ile kapının halkasını vurdu.” Yari: “-Kapıda olan kimdir?” diye seslenince; “-Ey gönlümü almış olan!.. Kapıdaki de sensin!..” cevabını verdi. Yari de: “-Madem ki şimdi benim gibisin; Ey benden ibaret olan!.. İçeri gir!.. Ev içine iki “ben” sığmazdı.” dedi. Ardından ekledi: “-Ey nefsini bir yılda yenip alt eden kişi! Gel, içeriye gel! Sen artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şah olansın! Görünüşteki ikiliği bırakıp artık ben olansın!” Her kim ki, “Hakk” kapısında “ben” veya “biz” diyecek olur, o kimse “La”(yani red) vadisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, “Dost” kapısından alınmazlar. (Mesnevi Bahçesinden)
"AYNADAKİ YALANA ALDANMA!..."
Hadis-i Şerifde: “Dünya ve ahiret, ortak iki zevce gibidir. Birini ne kadar hoşnut edersen, öbürünü o kadar kızdırırsın !...” buyurulmuştur. “Bunca dünya metaının ilk ve letafetli hallerine bak! Sonra da onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hallere girmiş olduklarını gör!” “Çünkü bu alem, sana tuzağını kurmuş ve o vasıta ile nice ham ervahı aldatıp perişan etmiştir.” “Böylece alemin her cüz’ünü say ve evvelki haliyle sonraki halini göz önüne getir!” “Her kim ki, nefsin esiri olmaktan ve mecazlara (gölgelere) aldanmaktan kurtulmuş ise, Allah’a o kadar yakındır.” “Güzelliği ile iftihar eden, ay gibi parlak olan her güzelin yüzüne bak! Fakat, evvelini gördükten sonra sonuna da nazar et ki, şeytan gibi tek gözlü, yani bir şeyin dünya tarafını görüp, ahiret tarafını görememek ahmaklığına düşmeyesin…” “Şeytan, Adem’in (a.s.) çamurunu gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya aid olan çamuru seyretti. Fakat öteki aleme aid olan maneviyatına ama oldu. Şeytanın bilemediği taraf, insanın “Hakk’ın halifesi” (Halifetullah) olmasıdır.” “Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almağa istidatlı?...” “O seslerden biri Allah’a yaklaşanların hali, diğeri ise aldananların halidir.” “Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!...” “Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı adeta kör ve sağır gibidir.” “Ey salik(yolcu); Aynada ki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binanın harabe haline geleceğini düşün de AYNADAKİ YALANA ALDANMA!...” “Ne mutlu o kimseye ki, “Hakk erlerinin” duydukları sesi önceden işitir.” (Mesnevi Bahçesinden)
"SAKIN GAFİLLERDEN OLMA!..." (el-A'raf:205)
“Ahmak, herkesin ölümünü işitir de kendi ölümünü hiç hatırına getirmek istemez…” “Herkesin ayıp ve kusurunu kılı kırk yararcasına araştırır, görür ve etrafa yayar. Fakat hamakatinden dolayı kendisinin zerre kadar ayıbını görmez.” “O , dünyaya öyle bir dalıp aldanmıştır ki, her şeyin terk edileceğini çok iyi bildiği halde soyulmaktan korkar. Halbuki çıplak kimsenin, kendisini hırsızların soyacağından korkması ne tuhaf bir şeydir!” “İnsan dünyaya çıplak gelmiş çıplak gidecektir. Hal böyleyken hırsız endişesinden neredeyse onun yüreği çatlar!. Ölüm anında servetinin kendisine ait olmadığını anlar. Lakin iş işten geçmiş her şey bitmiştir.” “Hayattayken onun bu mal kaybetme korkusu; eteğine çakıl taşlarını doldurup da kendisini mal sahibi zanneden ve onların üzerine titreyen çocukların korkusu gibidir. Eğer o çakıl taşlarından bir parçasını elinden alsan ağlar, geri versen sevinir. Çocuk da ilim ve hal libası bulunmadığı için ağlaması da gülmesi de muteber değildir. Ahmak da, dünyanın geçici servetini kendisinin malı sandığı için o yalancı servetin üzerine tıpkı çocuk gibi titrer!” “Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak ise rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı, muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.” “Sen bir padişah olsan, debdebe ve şatafatlı bir taç ile tahtın, hesapsız malın mülkün, orduların olsa da, şunu iyi bil ki, Allah’dan başka her şey, seni yavaş yavaş helake götüren şeylerdir.” “Ölüm meleği, gafil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, hakiki maliki bulunmadığı bir mal için dünyada çektiği sıkıntıya hayret eder ve bin pişman olur. Lakin bu ona hiçbir fayda vermez…” “Direği yelden olan, ne kadar dayanabilir ki? Sen kabirde yalnız kalmak istemiyorsan, dünyan hayr ve iyiliklerle dolsun!” “Bilesin ki “La yemut”, yani ölümsüz olan ancak Allah’tır. Yoksa şu akıp giden ölüm selinin ne durması ne dinlenmesi vardır. Gelişler ve gidişler birbirini takip eder.” “Ben de şu kupkuru dünyada Hazret-i Nuh’un gemisine benziyorum. Tufan da vademin gelip çatmasıdır. Gemim, gayb aleminde pusuda bekleyen dalgaları bekliyor! Artık bu kadar ses ve feryadım, akıllı olana yetmez mi?” (Mesnevi Bahçesinden)
DİNDE REFORM, DİNDARLIKTA REVİZYON
Ebubekir SİFİL
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırlatmakta olduğu eser, dinde reform kapsamında değerlendirilebilir mi? Doğrusu çalışma tamamlanıp neşredilmedikçe bu konuda net bir şey söylemek mümkün ve doğru değil. Ancak özellikle Batı basınında yer alan haber-yorumlar ve oradan Türk basınına yansıyan değerlendirmeler karşısında Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerinin yaptığı açıklamalar üzerinden bazı şeyler söylemek durumundayız. Açıklamalar, Diyanet'in maksadı, dolayısıyla yapılan işin mahiyeti açısından üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir aşamada bulunduğumuzu işaret ediyor. Başkan Prof. Dr. Bardakoğlu, yapmaya çalıştıkları şeyin "dinde reform değil, din anlayışında revizyon" olarak görülmesi gerektiğinin altını çiziyor. Buradan, din bağlamında "reform" ile "revizyon" arasında farklılık bulunduğu, ilki tasvip edilemez iken ikincisinin sakıncasız olduğu görüşünü taşıdıkları anlaşılıyor. Her iki kavram da "mevcut bir yapıya, anlayışa, inanca… yeni bir yorum getirmek" anlamında ortak. Yaygın kullanımda "reform" Hristiyanlık içi bir oluşumu (Protestanlık) anlatırken, "revizyon" Marksizm'in farklı yerellikler bağlamında yeniden yorumlanmasını ifade etmek için kullanılıyor. Her iki kullanım tarzında da "mevcudun, ihtiyaçları karşılayamadığı gerekçesiyle yeniden yorumlanması" kastı ön plandadır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Elmalılı Hamdi Yazır ile Ahmed Naim merhumlara resmen sipariş edilen, yani "devlet eliyle yazdırılan" Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsir ve Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi isimli Hadis eseri ile bugün yapılan işi karşılaştırma imkânına henüz sahip değiliz. Ama şunu net olarak söyleyebiliyoruz: Elmalılı ve Ahmed Naim[1] merhumların kaleme aldıkları eserlerde ne reform, ne de revizyon var. Aynı şeyi hiç tereddütsüz A. Hamdi Akseki merhumun eserleri hakkında da söyleyebiliyoruz. Onlar, bu eserleri kaleme alırken "çağ değişti, insanlar ve anlayışlar değişti; dolayısıyla Din'in bazı hükümleri bugün yeniden yorumlanmak durumunda" gibi bir anlayıştan asla hareket etmediler. Bu çerçevede ne bir ayeti ulemadan farklı yorumladılar, ne de bir hadise yüksünerek, göğüsleri daralarak baktılar… Hayli eleştiri almış bulunan tefsir çalışmasının üstüne şimdi de büyük bir azim ve kararlılıkla Hadis sahasında yeni bir çalışma yürütülüyor. Başkan Bardakoğlu "reform yok revizyon var" diyor. Ama aradaki farkı (!) açıklamıyor. Biliyoruz ki doğrudan "dinde reform"u amaçlayarak icra-i faaliyet eden nice kimseler –ki duyarlı kamuoyu onları iyi biliyor–, "reform" kelimesini kullanmaktan bilinçli olarak uzak duruyor; hatta dinde reformu en ağır ithamlarla yaftalıyor. Yani bu, yeni keşf edilmiş "taktik" bir söylem olarak sicilli. Reform yapın, ama yaptığınız işin reform olmadığını söyleyin!! Luther, Calvin ya da diğerleri, Hristiyanlığın temel metinlerine dokunmamış, onları rafa kaldırarak yerlerine yenilerini yazmamıştı. Onların yaptığı, temel metinlere yeni yorumlar getirmekten başka bir şey değildi. "Reform" denince onların bu faaliyeti anlaşılıyor. Bunun, Başkan tarafından "din anlayışını yenilemek" olarak tarif edilen "revizyon"dan farkı ne ola ki?! Bulunduğumuz noktada cevabı merak edilen soru şu: Din anlayışını revize etmek, itikadî ve/veya amelî sahada seleften halefe nesiller boyu tevarüs edip gelen din telakkisinden farklı ilkeler/hükümler tesbit ve kabul etmek anlamına geliyor mu? Evet'se, bunun reformdan farkı nedir? Hayır'sa, bu kocaman iddianın ve bunca gürültünün anlamı nedir? [1] Bilindiği gibi Tecrid terceme ve şerhinin mukaddimesi ile baştan az bir bölümü A. Naim merhum tarafından yapılmış, kalan kısmı Kâmil Miras tarafından ikmal edilmiştir.
"KADIN KOKUSU!"
BU KOKU!, kadının dışarıdan süründüğü değil, içeriden gelen öz kokusu, mana kokusu, cinsiyet kokusu, mücerret kadınlık kokusu… Kadın bir fikirdir; heykelleşmiş ve erkeğin mukabili cinsiyete bürünmüş ulvi bir fikir… Ulviyetine mukabil de, istidadını yaşattığı süfliyet, meydanda… Onun içindir ki, kadın, gerçek manası ve mahiyetiyle yalınız İslamiyette-dir ve yine onun içindir ki, kadın, İslamiyette, üzerine titrenilen bir hicap mevzuu… Örtünmesi de bu sır yüzünden… Fakat ahmak batı adamı bu sırrı anlayamaz ve kadının hakikatini onu çırılçıplak soymakta ve meydan yerine çıkarmakta bulur. Batı adamının bağlılık iddia ettiği, kendi zaman ve mekanı içinde Hakk ve münezzeh İsa dininde, Hakk ve münezzeh Resulünün “meleki” meşrebi icabı, kadın siliktir. Fakat Peygamberler Peygamberinin “beşeri” meşrebinde, kadın Allah’a erme yolunun başlıca hedeflerinden ve yardımcı vasıtalarından biri… “- Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz…” Mealli Hadis, işte, tohumunda bu sırrı gizler. Ve bu yüzdendir ki, İslamiyette, Allah huzurunda akit şartıyla kadın, vazgeçilemez bir nimet, geri bırakılamaz bir sünnet, fatihliğe memur erkeğe fetihlerini kendisinde remzlendirici bir işaret, asli gaye olan “İlahi marifet” yolunda da kayıtsız kalınamaz bir davettir. Ve kadını fethetme vasıtaları, erkekte, Allah Resulünün pak ve mukaddes mizacına uygun olarak büyük kıymet… Fakat Hıristiyanlık bağlısı -ki İsevi’lik Hıristiyanlıktan münezzehtir- nispet iddia ettiği ve tamamiyle tersine gittiği İsa Peygamber yolunda, kadını, manasında ki (mistik – sırri) inceliğe zıt olarak ele alır, ya onu hayat perdesin-den büsbütün siler, yahut yüzülmüş koyun halinde vitrininin çengeline asıp sadece dış cepheden en süslü eşyası diye teşhir eder. İşte batılı (mistik – sırri)lik iddiasının sırri satıhta arayıcı ve açıkta gezdirici idrak kütlük ve kabalığını gösteren düğüm noktası… O ki, sır olmak iddiasıyla açıktadır, sır değildir; ve o ki üstünde “sır” yazılı bir torbanın içindedir; açıkta demektir. Cebir ilmini icat eden İslam ruhunun bu tasavvufi inceliğini, hendese kafalı batılıya anlatamazsınız. O kafa ancak bir noktaya kadar gider ve o noktada, haşmetli bir satıh dünyası uğrunda iç dünyasını feda etmekten gayrı çare bulamaz. İslamiyetteki ve Allah Resulünün sonsuzluk kaynağı ruh yapısındaki ( gizliyi de gizlemek ) şiarı öylesine baş döndürücü bir keyfiyettir ki, ondan bir zerreyi büyük bir velinin, arkadaşı bir veliye yazdığı şöyle bir mektuptan süzebiliriz. “- Bizi açık zikir yaptığımız için suçluyorsunuz! “Açık zikir yaptığınızı duyduk, bu ne hal?” diyorsunuz! Biz de sizin gizli zikir yaptığınızı işittik. Mademki işittik, o halde sizinki de açık, gizlinin açığa vurulmuşu oluyor. Farkımız nerede kalıyor?” Yine bir velinin ifadesiyle, anlayabilmek için yıllarca “toprağı kepekle karıştırıp yemek icap eden“ ve İslamiyetin iç bünye sırrını pırıldatan nokta… Şiirimizde kadını, (patetik - hissi) çekiciliği içinde ele alan ve sonunda onu, erkeği Allaha erdirici bir atlama taşı sayan, muazzam ve muhteşem bir Fuzuli var… Avrupalı, kadın bahsinde en sırri erkek telakkisini, meşhur (Don Juan) tipinde tecelli ettirmiştir. (Don Juan), bizde sokak ve pavyon küçük beylerinin sandığı gibi, sadece kemiyette kadın avcısı, adi bir çapkın, basit bir zampara, mağrur bir madde şampiyonu değildir. O, kemiyette kazandıkça keyfiyette kaybettiğine şahit olduğu kadını, nihayet erişilmez bir fikir olarak görmeye başlayan ve kendisini en şanlı malikiyetler içinde mahrum gören mahzun bir idealisttir. Fransızların “münevverler münevveri” diye etiketledikleri (Andre Süares), (Don Juan) isimli etüdünde bu hudut noktasına kadar vardı; ama ilerisine geçemedi. Geçebilseydi; “kadında kadını kaybetmenin ötesinde İlahi tecelliyi görür ve kadını bu tecellideki yardımcılığıyla kıymetlendirip yine kadına döner, ona Allah’ın biçtiği hudut içinde sahip çıkardı.” Tekrar edelim; İslam Tasavvufçularından başka kimsenin erişemediği öyle bir sırdır ki, bu, fizikçilere dördüncü buuddan, bestekarlara ve ressamlara da sekizinci ses ve renkten bahsetmek gibi bir muamma belirtir ve ondan en az; “Tatbikatları dış ölçüleriyle yerindeyken kadını tek fiilli mekanik bir alet haline getirmiş olan marka Müslümanları anlar.” “Vah, hikmetlerden ve sırlardan haberi olmayanlara; Varlık Nurunun mukaddes ruhaniyetinden bir koku almamış olanlara!” (N. Fazıl (Rahimehullah)’ın “Babıali” kitabından)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder